Pazar

Rusya’yı terk ettikten seksen beş, ölümünden elli sekiz yıl geçtikten sonra Çarlık rejiminin Generali

Anton Denikin’

in cenazesi, Amerika’dan Rusya’ya getirilerek büyük bir törenle Moskova’daki Donskoy Manastırı’nda toprağa verildi.

Bu hadise Rusya’nın tarihiyle barışmak isteğinin bir tezahürüdür.

1998’de, o tarihte Rusya’nın başında bulunan

Boris Yeltsin,

Kızıl Bolşevikler tarafından vahşice katledilen

Çar II. Nikola

ve ailesi için Saint Petersburg’da ihtişamlı bir cenaze töreni yaptırtmıştı.

1917 Ekiminde Rusya’da Kızıl Devrim hareketi başladıktan sonra Çarlık rejimine bağlı üç General Bolşeviklerle mücadele etmişlerdi.

Denikin, Kolçak, Vrangel…

Bunların üçü de başarılı olamadı.

Kızıl rejim, Rusya’nın tepesine tarihte benzeri görülmemiş, korkunç bir felaket olarak çöktü. Bu kanlı sistemin 80-100 milyon insanın canına kıydığı biliniyor. Bolşevikler maziye ait her şeyi yok etmek, silmek istediler. Öldürdüler, Sibiryalara sürdüler, milyonlarca insanı kasıtlı olarak açlıkla yok ettiler, müthiş terör fırtınaları estirdiler. Sonunda yetmiş küsur sene sonra bu rejim içinden çürüdü ve yıkıldı gitti. Marksist-Leninist rejim

Saint Petersburg

şehrinin ismini

Leningrad

yapmıştı, Sovyetler Birliği dağılınca eski isme dönüldü.

Kızılların, oraklı çekiçli bir bayrağı vardı, eski millî bayrağa dönüldü.

Komünistlerin öldürdükleri şahsiyetler temize çıkartıldı.

Çar Nikola, Çariçe, kızları, oğulları, Ekaterinburg’da mahpus tutuldukları evin bodrumunda Yahudi Bolşevikler tarafından mermilerle delik deşik edilmiş, cesetleri gizlice gömülmüştü. Bu cesetler bulundu, büyük bir dinî törenle toprağa verildi.

Evet, Rusya tarihiyle, geçmişiyle barışmak istiyor. Bizim yakın tarihimizde de büyük facialar cereyan etmiştir. İstiklâl Mahkemeleri, büyük Fransız İhtilalinin Terör günlerinde olduğu gibi gayr-i âdil kararlarla nice aydını, din âlimini, tarikat şeyhini, muhalif politikacıyı idam ettirmiştir.

İstiklâl Mahkemesi kararıyla idam edilmiş olan

Dönme Cavit Bey

suçlu muydu? Suçlu olsa bile idam edilmesi gerekir miydi?

Ulemadan ve müderrisînden

İskilipli Atıf Hoca

, şapka kanunundan önce yazıp yayınlamış olduğu

“Frenk Mukallidliği”

adlı risalesi yüzünden, Ankara İstiklâl Mahkemesi kararıyla Ulus Meydanı civarında sabah ezanları okunurken üç ayaklı bir darağacında boynuna yağlı ilmik geçirilerek şehid edildi.

Mahkemede savcı, onun için idam cezası istememişti. Ama zalim hâkimler onu idam ettirttiler.

Ceza hukukunun evrensel iki kuralı vardır. Ceza kanunları makabline işlemez… Kanunsuz suç ve ceza olmaz… İstiklâl Mahkemelerinde bu iki kural geçerli değildi.

Atıf Efendinin asıldığı gün, Babaeski Müftüsü de asılmıştı.

O devirde kimler idam edilmedi ki!..

Lazistan mebusu Ziya Hurşid Bey…

Rahmetli Mahir İz hocamız, Ziya Hurşid’in iyi Almanca bildiğini, İlk Büyük Millet Meclisinde, Alman matbuatından yaptığı tercümeleri ve özetleri mebuslara okuduğunu anlatmıştı. Türkiye’de büyük bir güce sahip olan, asıl iktidarı teşkil eden

Selanik Dönmeleri,

kendilerinden olan Maliye Nazırı Cavit’e, Doktor Nazım’a bile sahip çıkmıyorlar.

Nerede kaldı ki, Acı Soğan dedikleri Müslümanların, Türklerin, Hocalarına, Şeyhlerine, aydınlarına sahip çıksınlar.

Ruslar tarihleriyle barışıyor, bizim de barışmaya büyük ihtiyacımız var. Bundan birkaç ay önce Bülent Ecevit,

“Sultan Vahdettin vatan haini değildir”

dediği için büyük yaygara kopartıldı. Bu yaygarayı kimler koparttı? Türkiye’nin, Türklerin tarihleriyle barışmasını istemeyenler.

Sultan Vahdettin, vatan haini miydi? Kesinlikle değildi. Talihsiz bir hükümdardı, savaşı kaybetmiş bir devletin başına hasbelkader geçmişti. Vatanını seviyordu, namuslu ve şerefli bir insandı.

Onu vatan haini olarak gösterenlerin çoğu Türklere ve Müslümanlara, Acı Soğan, diyenlerdir. Türklere ve Müslümanlara Acı Soğan diyenler, son padişah için Apacı Soğan demezler mi?

Sultan Vahdettin, millî mücadeleye yardım etmiştir. 1919’da Mustafa Kemal, Samsun’a ayak bastığında onun yaveri idi. Mustafa Kemal Paşa, Sultan Vahdettin’in kızı

Sabiha Sultanla

evlenmek istemiştir. Sultan Vahdettin, 1922’de çok üzücü şartlar altında vatanını terk ettiği zaman yanına şahsi parasından başka bir şey almamıştır. Onun yabancı bankalarda hesabı yoktu, yabancı ülkelerde mülkü, villaları, köşkleri yoktu. İtalya Kralını, veliahtlığında tanıdığı için onun ülkesine iltica etmiş, San Remo şehrinde bahçe içinde bir köşke yerleşmişti. Yanındaki paralar kısa zamanda bitmiş, ailesinin ve hizmetkârlarının geçimi için bakkala, kasaba, esnafa borçlanmıştı. 1926’da vefat ettiği vakit, alacaklılar cenazesine haciz koydurmuşlardı. Sultan Vahdettin vatan haini değildi. Talihsiz bir hükümdardı.

1922’de gazeteci Ali Kemal, İstanbul’da berberde tıraş olurken komitacılar tarafından yakalanmış, İzmit’e götürülmüş ve

Sakallı Nurettin Paşa’nın

talihsiz bir emriyle birkaç sefil tarafından öldürülmüştü. Katiller bu fikir adamını ve gazeteciyi öldürürken saatini, yüzüğünü, cüzdanını gasp etmeyi unutmamışlardı. Ali Kemal suçlu muydu, değil miydi? Buna ancak âdil mahkemeler karar verebilirdi. Öldürttüler ve sonra da halk linç etti diye yalan söylediler. Aradan seksen küsur sene geçtikten sonra Ali Kemal’in âdilane bir şekilde muhakemesinin yapılması gerekmez mi? Suçluysa suçlu densin, değilse aklansın.

9 Eylül 1922’de Türk Ordusu İzmir’e girdi. Ordu Kumandanı yine Sakallı Nurettin Paşaydı. İzmir Rum Metropoliti Hirisostomos,

“linç edildi”.

Aslında bu da linç değildi, papaz öldürüldü. Onun da muhakeme edilmesi gerekirdi.

Hirisostomos, Osmanlı Devleti’nin uyruğu ve vatandaşı olarak istilâcı ve işgalci Yunan ordusunu 1919’da törenle karşılamış ve kutsamıştı.

Adil bir mahkeme onu bu hıyanetinden dolayı ya idam edecek yahut ağır veya müebbet hapse mahkûm edecekti. Her hal ü kârda Hirisostomos’un linç ettirilmesi veya öldürülmesi doğru olmamıştır.

Tarihimizle, tarihî şahsiyetlerle, kültürümüzle, medeniyetimizle, kimliğimizle mutlaka barışmamız gerek… Lozan Antlaşması’nın bir maddesi mucibince yüz elli kişi yurtdışına sürüldü. Bunların hepsi suçlu muydu? Elbette değildi.

Şeyhülislam Mustafa Sabri ve Ders Vekili Zahid Kevserî Hocaefendiler, büyük ve değerli din adamlarıydı. Ömürlerini gurbette geçirdiler, Mısır’da öldüler. Yüz elliliklerin yurda dönmelerine imkân tanıyan af kanunu çıktığı zaman yine dönmediler. O zamanlar şapka kanunu heyulası vardı, bu iki İslâm hocası başlarına şapka geçirmektense, gurbette garip olarak ölmeyi tercih ettiler.

Evet, İskilipli Atıf Hocanın, Babaeski Müftüsünün, Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendinin, Düzceli Muhammed el-Kevserî’nin, Lazistan mebusu Ziya Hurşid’in Cavit ve Dr. Nazım’ın yeniden muhakeme edilmeleri gerekir. Âdil ve bîtaraf mahkemelerde. Suçları kesinleşsin, aksi takdirde aklansınlar, hatıraları temize çıksın.

Selanik Dönmelerinin gözü

Nazım Hikmet

‘ten başkasını görmüyor. Türkiye’den kaçıp Sovyetler Birliği’ne gittikten sonra Moskova Havaalanı’nda

“Beni Stalin yarattı, benim vatanım Sovyetler Birliği’dir…”

diyen Polonya asıllı bu şairin mezarının Türkiye’ye büyük törenlerle taşınmasını istiyorlar. Peki, Sultan Vahdettin’in Şam’daki mezarı ne olacak?

Son Halife Abdülmecid bin Abdülaziz Han da 1944’de Paris’te sürgünde vefat etti. Cenazesinin Türkiye’ye getirilip vatan topraklarına gömülmesi için çok müracaatlar yapıldı. Celal Bayar’ın inatla direnmesi yüzünden bu gerçekleşmedi. Nihayet Paris Camii’nin bir odasında bekletilen madenî tabutu Arabistan’a götürüldü ve Medine-i Münevvere’de Bakî Kabristanı’nda, Resûl-i Kibriya Efendimiz’in civarında toprağa verildi. Mezarı düzlendi, üzerinde ismi yazılı küçük bir taş bile yok. Kaderin ne garip bir tecellisi… İslâm’ın sonuncu, 101’inci Halifesi, vekili olduğu Büyük Peygamberin pek yakınına gömüldü. Biz tarihimizle ne zaman ve nasıl barışacağız? 17 Ekim 2005