Cuma

 

Gerçek dindar enesi, yâni benliği için çalışmaz. Ene-perestler, benlik esirleri gizli bir şirk içindedir.

Gerçek dindar şöhret, riyâset, halkın iltifatını elde etmek için de çalışmaz. Bunlara talip olmak, kişinin gerçekten dindar olmadığını gösterir.

Gerçek dindar paraya, dünya malına, servete tâlip olmaz. Aksine bunlardan uzak durur. Para-perestler, dünya-perestler, servet-perestler hakikî dindar değildir.

Gerçek dindar kendi şahsî menfaati, nüfuzu, şöhreti, riyâseti için dini, imanı, Kur’anı âlet ve vâsıta kılmaz. Böyle yapan adamlar münâfıktır, din sömürücüsüdür, mukaddesat bezirgânıdır.

Gerçek dindar ihlaslı, istikametli, ahlâklı, faziletli bir Müslümandır. Böyle bir kişi asla yalan söylemez. Asla emanetlere hıyanet etmez. Asla sözünden dönmez. Asla aldatmaz. Asla şarlatanlık, soytarılık, arivistlik, hokkabazlık yapmaz.

Gerçek dindarda gurur, kibir, kendini beğenmişlik olmaz. Gerçek dindar, olmadığı halde kendini mehdi, kutub, gavs olarak göstermez, gösterenlere itiraz eder.

Gerçek dindarın dini imanı para değildir. Dini imanı para olan kişi nasıl Müslüman olabilir?

Gerçek dindar İslâm düşmanlarını, zındıkları, Peygamber ve Sünnet hasımlarını dost tutup da, kendi meşrebini paylaşmayan, farklı görüşlere sahip olan Müslümanlara düşmanlık etmez.

Gerçek Müslüman âbid, sâlih, zâhid, muttaki, afif, şecaatli, âdil, orta yolda yürür bir kimsedir.

Gerçek Müslüman her zaman Allah’ı zikreder. O, “Ben, ben, ben, ben, ben…” diyen sapıklardan değildir.

Gerçek Müslüman önce nefs-i ile cihad eder, sonra emr-i mâruf ve nehy-i münker yapar. Fısk ve fücuru teşvik etmez, fâsık ve fâcirlere yardım etmez. Fitne ve fesada destekçi olmaz.

Niçin?

Bazı hayatî, büyük, önemli hizmetlere başlamak için pek küçük, pek önemsiz maddî imkânların temini gerekmektedir. Meselâ “Millî Mücadele ve Mustafa Kemal Araştırmaları”na başlamak için sanırım ilk planda elli milyar lira yeter. Yüz elli bin dolar kadar bir paradır bu. İslâmî kesimde her yıl bir takım işler, faaliyetler, hizmetler için milyonlarca dolar harcanmaktadır. Bu milyonlarca doların içinden gerçekten çok mühim, çok zarurî, çok hayatî bir ilim ve yayın hareketine başlamak için yüzellibin dolar ayrılmıyor.

Müslümanların yardım, hizmet paralarıyla televizyoncu bir kadına trilyonlar ödeniyor, bir türkücüye altmış lüks villa veriliyor, Sabataycı bir programcıya, seans başına on bin dolar ödeniyor, Fiji Adaları’nda market, Afrika’daki Togo ülkesinde kolej açılıyor, birtakım din baronlarına saray gibi köşkler, villalar, yalılar yaptırılıyor, hayır paraları ile birtakım din baronları Nemrud, Firavun, Neron gibi israflı, nümâyişli, tantanalı, debdebeli, gulguleli, şaşaalı, ihtişamlı hayatlar sürüyor, beş yıldızlı otellerde Şeriat’a ve Sünnet’e aykırı iftar ziyafetleri tertip ediliyor da, önemli bir hizmet için yüzelli bin dolar tahsis edilmiyor.

Korkarım ki, bir hayır sever çıksa, bu parayı ortaya koysa, bu sefer de, işin hakkını vererek, “Millî Mücadele ve Mustafa Kemal Araştırmaları” yapacak ehliyetli, liyakatli, namuslu, vazifeşinas, kudretli bir ekip bulunamayacaktır.

Bazı yiyiciler için elli milyar nedir ki? Müslüman kesimde birtakım adamlar son yıllarda kültür hizmetleri yapacağız diye trilyonları götürmüşler, hortumlamışlar, ona buna peşkeş çekmişlerdir.

Ben tarih uzmanı değilim, böyle bir işe ve hizmete de talip değilim. Sadece yapılmasını, gerçekleşmesini temenni ediyorum böyle bir şeyin. Bu istek bir suç sayılmaz her halde.

Hem Haham, Hem Şeyh!

Sabataycıların temel prensiplerinden biri de, “Onlara benzeme, onları kendine benzet” ilkesidir. Bunu da sessizce uygulamaktadırlar. Son asırda birtakım Sabataycılar Müslümanların içine sızmışlardır. Meselâ, Selanik’te Sabatay dininin hahamlarından olan bir zat, Mevleviliğe de intisap etmiş ve şehirdeki dergahın şeyhi olmuştur. Hem haham, hem şeyh. Olacak iş değil ama olmuş işte. Yunanistan’da basılan bir kitapta bu şeyhin Mevlevi sarıklı, cüppeli bir fotoğrafı yayınlanmıştır. Bu haham-şeyh yakın tarihimizde Türkiye cumhuriyeti hükümetlerinden birinin dışişleri bakanı olan bir Sabataycının dedesidir. İşittiğime göre, bu bakan İsrail’i ziyaretinde oradaki yetkililerin bazısıyla Ladino, yani Sefarad Yahudilerinin eski İspanyolcadan bozma dilleriyle konuşmuş.

Geçen gün yazmıştım. Sabataycılar Bektaşiliğe de nüfuz etmişlerdir. Ülkemizin şu andaki büyük Bektaşi dedelerinden biri Sabataycıdır. Sabatay Sevi dinine mensup olanlardan bazı kişiler Melamilik ile de ilgilenmişlerdir. Mevleviliğe, Bektaşiliğe, Melamiliğe giren Sabataycılar bu yolları ortodoks-sünnî çizgiden uzaklaştırmak, yeni ve reformcu bir İslâm yorumu getirmek için gayret sarfetmişler ve hayli de başarı kazanmışlardır.

Ben, sahih itikad çizgisinde olmak ve şer’î dairenin dışına çıkmamak şartıyla Mevleviliğe de, Bektaşiliğe de, Melamiliğe de hürmetkârım. Ancak bu tarikatların Sabataycılar tarafından manipüle edilmesini bir Müslüman olarak kesinlikle istemem.

Benim bu yazıda dile getirdiğim iddialar ilim ve araştırma adamları tarafından incelenmeli, belgelerin, bilgilerin ışığında gerçekler gün yüzüne çıkartılmalıdır.

Yakın tarihimizde bir kısım Yahudiler Türkçülük cereyanı ile de ilgilenmişlerdir. Aslen Kürt olan Ziya Gökalp ile Yahudi Tekin Alp

(Asıl ismi Moiz Kohen’dir)

Türkçülüğün iki mühim simasıdır. Haydi Gökalp’i bir tarafa bırakalım, fakat Tekin Alp’in Türkçülükle ne ilgisi olabilir. Üstelik de, bir yandan aşırı bir Türkçülük edebiyatı ve propagandası yaparken, öte yandan da

dehşetli bir İslâm düşmanlığı sergiliyor

bu zat. Kitaplarından birinin bölüm başlıklarından biri,

“Kahrolsun Şeriat”

tir.

Halide Edib Adıvar’ın

“Türkiye’de Şark Garp ve Amerikan Tesirleri”

adlı kitabından çok bahsederim. Sanırım buna bir zeyl yazıp, adını

“Son asırda Türkiye’de Yahudi ve Sabataycı Tesirleri”

başlığını koymak gerekmektedir.

Tabiî kesinlikle

antisemitizm

yapılmayacak, son derece objektif ve ilmî araştırmalar neticesinde gerçekler ortaya çıkartılacaktır. Ne kadar meraklı, esrarlı, garip bir yakın tarihimiz var! 06 Mart 1999