Çarşamba

 

İstanbul-Ankara arasında hızlandırılmış tren seferleri başladığında çok sevinmiştim. Bir ülkenin medenî, ileri olup olmadığı demiryollarına bakılarak anlaşılır. Almanya, İtalya, Fransa, Japonya gibi zengin, medenî, ileri ülkelerin trenleri uçaklarla rekabet edebiliyor. Oralarda saatte 225 kilometre yol yapan hızlı trenler var.

Biz medenîleşeceğiz, garplılaşacağız, çağdaş uygarlık düzeyine füze gibi fırlayacağız diye Batı’nın ne kadar kötü adeti varsa aldık. Kendi kimliğimizi, kişiliğimizi, kültürümüzü horladık. Her teknik sahada olduğu gibi demiryolu, tren konusunda da çağın gerisinde kaldık. Bazı Pembe Türklerin, “Biz İslâm dünyasının en ileri, en güçlü, en örnek ülkesiyiz…” mealindeki edebiyatlarına ancak gülünür.

Hızlandırılmış tren seferleri başladı ama aradan iki ay geçmeden büyük bir facia meydana geldi. Kırka yakın vatandaşımız can verdi, yetmiş küsur da yaralı.

Teknik üniversite profesörlerinden, konunun uzmanı olan bir zat ilgilileri ve idarecileri uyarmış, “Bizim eski ve demode hatlarımızda hızlı tren çalıştırılamaz, ileride kaza olur…” demiş. Dinlememişler. Keşke profesör daha fazla bağırmış, feryat etmiş olsaydı. Keşke bu konuda, sivil kuruluşlar gazetelere uyarı ilanları vermiş olsaydı.

Bu hatta hızlı tren çalışır mı diye keşke Alman, Fransız, Japon uzmanlardan ciddî raporlar alınmış olsaydı. Bizde sadece hatlar mı geri ve demodedir? Keşke öyle olsa. Bizde asıl kafalar, zihniyetler geridir, çağdışıdır.

İnanmak istemiyorum ama hava yolları ve uçaklar hakkında da birtakım iddialar, uyarılar var. İnşaallah tenkitlere kulak verilir, gereken tedbirler alınır.

Bazı işler vardır ki, ya yüzde yüz olur, yahut olmaz. Ya hep olur, ya hiç. Uçak çalıştırmak, hızlı tren işletmek böyledir. Beyin ameliyatı, kalp ameliyatı yapmak böyledir.

Eski, çürük, ömrünü tamamlamış bir otomobille düşe kalka yolculuk yapılabilir. Bir yerde istop eder, artık gidemiyorum derse, onu kenara çeker başınızın çaresine bakarsınız. Uçak böyle değildir, hızlı tren de böyle değildir.

Biz dünya işlerini iyi, güzel, doğru bir şekilde yapamıyoruz. Yeni yapılan binalar depremlerde çöküyor, oturanlara mezar oluyor. Niçin? Ehliyetsizlik, ciddiyetsizlik, haram kazanç hırsı…

İstanbul dünyanın sayılı şehirlerinden ve bu kocaman kentte gıda maddelerindeki hormonları, zehirli kimya maddelerini ölçen cihazlar yok. Halkımız uzun yıllardan beri, başta kanser olmak üzere çeşitli vahim hastalıklara sebep olan hormonlu, kimyalı, boyalı gıdalar yiyor. Bütün toplum hastadır, hastahanelere gidiniz, manzarayı görünce ağlarsınız. Herkes hasta.

Türkiye medenî, ileri, iyi idare edilen bir ülke olsaydı; ABD’de sigara tüketimi yarıya düşürülürken bizde iki misline katlanmış olmazdı.

İlaç ne işe yarar? Hastaların tedavisi, şifası için bir vasıta değil midir? Bizde ilaç sanayii nasıldır? Zaman zaman gazetelerde okuyoruz, yabancı sermayeli ilaç fabrikaları daha çok ilaç satmak için neler yapmıyorlar ki…

Türkiye ekmekle beslenen bir ülkedir. Buğday bizim en temel, en büyük velinimetimizdir. Biz ne yapıyoruz? Buğdayın en kıymetli kısmını eleyip hayvan yemi yapıyoruz. Geriye kalan nişasta ve glüten kısmını da çok beyaz görünsün, uzun müddet dayansın diye kimyalıyoruz. Bizdeki ekmekleri yiyen halk kütlelerinin ayakta kalmaları, sağlıklı yaşamaları mümkün müdür? Bugünkü şekliyle beyaz ekmek yemek, uzun vâdeli bir intihar değil midir? Peki, bu memleketin idarecileri, vazifelileri, ilgilileri, bilgilileri ekmek konusunda halkı korumak, ilmin ve sağduyunun gereğini yapmak için daha ne bekliyorlar?

Bu memleketin asıl sahipleri Müslümanlar değil midir? Elbette onlardır. Çünkü ezici çoğunluğu onlar teşkil ediyor. Peki Müslümanlar vazifelerini yapıyor mu?

Pembe Türklere kızıyoruz, memleketi babalarının çiftliği, atalarının mandırası gibi görüyorlar, Türkiye’nin rantlarının arslan payını götürüyorlar, haram yiyorlar diye. Bizim bir kısım İslâmcılar ne yapıyor? Vatansever olduklarını söyleyebilir miyiz?

Partizanın birini bir daireye danışman yapmışlar. Aydan aya bankamatikten maaşını çekiyormuş… Bu adam danışman mıdır, yoksa haydut mudur? Sen işe gitme, bir vazife görme, aydan aya maaşı çek ve ye. Bu ne biçim Müslümanlıktır?

Bazı Müslümanlar memur oluyorlar ve abdest almak, namaz kılmak için gerekenden fazla vakit harcıyorlar. Bir memur, iş saatlerinde namaz için ne kadar vakit harcıyorsa, onu şu veya bu şekilde telâfi etmek zorundadır. Yaz aylarında öğle namazı için, kış aylarında öğle, ikindi, akşam namazı için ne kadar vakit ayırdıysa, o vakit kadar dairesine fazla hizmet etmeye mecburdur. Fıkıh ve fetva kitaplarına bakınız, bu hususta bize ölçü olacak, bizi uyaracak hükümler ve fetvalar göreceksiniz.

Ramazan gelmiş, bizim İslâmcımız oruç keyfiyle vazifesini aksatıyor. Bu da Şeriata uygun bir iş değildir. Müslüman memur, Müslüman çalışan öyle dürüst, öyle adaletli, öyle hakbilir bir kimsedir ki:

-Servisle gidip gelmiyorsa, işe en az 10 dakika önce gelir.

-Yine servis yoksa işten en az 10 dakika geç ayrılır. Gerekirse yarım saat, bir saat fazla mesai yapar, bunun ücretini düşünmez, yeter ki, iş yapılmış olsun, vazife görülmüş olsun.

-Sahte raporlarla asla işini aksatmaz.

-Hiçbir sebep ve bahane ile vazifesini savsaklamaz.

Gerçek Müslüman çalışan için, âmiri ateist de olsa, veya gayr-i müslim de olsa şöyle der:

“Benim elemanlarımın en çalışkanı, en başarılısı, en şuurlusu bu dindar kişidir…”

Geçenlerde Doğu Anadolu’nun bir şehrinde dindar bir belediye başkanı, abdesti ve namazı bahane ederek işlerini aksatan, tembel, asalak elemanlarını uyarmıştı. Çok doğru bir iş yapmış oldu. Gerçi birtakım Pembe, dinsiz gazeteler haberi çarpıtarak verdiler, “Belediye başkanı namazı yasak etti…” dediler. Yalan… Başkan da namaz kılan bir kimseymiş, sadece namazı bahane edenleri uyarıp cezalandırmış.

Devlet, belediye, toplum işleri, hizmetleri partizanca dağıtılamaz. Şu bizim tarikat kardeşimiz, şu parti kardeşimiz, şu cemaat ihvanımız diyerek ehil ve layık olmayanlara vazife, memuriyet, iş vermek haramdır. İslâm’ın temel emirlerinden biri, emanetlerin, yani işlerin, makam ve memuriyetlerin, vazifelerin ehil olanlara verilmesidir. Ehil olana verilmezse, partizanlık ve taraftarlık yapılırsa emanete hıyanet edilmiş olur ki, bu kebâirdendir, yani büyük günahlardandır.

Bazı İslâmcılar ne yapıyor? Toplum işlerini, ehil olmadıkları halde kendi tarikat veya cemaat ihvanına, parti mensuplarına veriyorlar. Böylece ülke işlerinde fesat başlıyor, bir sürü aksaklık meydana geliyor. Nerede Peygamber’in, Ashab’ının, Selef-i salihînin, büyük ecdadımızın uyguladığı gerçek İslâm, nerede bizim uygulamamız.

Hazret-i Ömer edebiyatı yapıp duruyoruz. Hazret-i Ömer kabrinden çıkıp aramıza gelse bizim yüzümüze tükürürdü. Biz yakın tarihimizde çok hacıların koltuk altlarındaki haçları görmüşüz. Bundan otuz-otuzbeş sene önce mangalda kül bırakmayan hızlı radikal İslâmcılar ne oldular, şimdi ne işlerle meşguller? Rant yiyorlar, rant yiyorlar, rant yiyorlar… “Bu düzen kötüdür…” deyip duran niceleri şimdi bozuk düzenin haram rantlarını necis ve kirli kemiklerini kemirmekle meşguldür.

Ucuz din edebiyatı yapmakla iş bitmez. İslâm aksiyon demektir. Müslümanın kali (sözü) tek başına bir şey ifade etmez. Onun haline bakmak gerekir. Salih, iyi, doğru işler yapıyorsa ne ala. Yapmıyorsa sahtedir, yalancıdır, kötüdür.

Bütün Müslümanları suçlamıyorum, itham etmiyorum. Bilgili, kültürlü, medenî, ahlâklı, faziletli, hikmetli, dürüst, sâlih Müslümanları tenzih ederim. Onları vazifeye davet ediyorum. Türkiye’ye sahip çıksınlar.

(Not: Bu yazıyı müessif tren kazasından iki gün sonra yazmıştım. Yayınlanması gecikti…) 23 Eylül 2004