Gıybetçiler
Milli Gazete-Köşe Yazıları
- 05 Şubat 2019
Cumartesi
Ahlâk, huylar demektir, İslâm âlimleri huyları ikiye ayırır: Helâk edici huylar, kurtarıcı huylar. İnsanın saâdeti veya felâketi konusunda en büyük ağırlık dile aittir. Resûl-i Kibriya Efendimiz “Müslüman o kimsedir ki, insanlar onun elinden ve dilinden selâmette olurlar..” buyurmuştur. Hâdis âlimleri buradaki Müslümandan maksadın, olgun ve iyi Müslüman olduğunu beyan etmişlerdir.
Diğer bir Hadîs-i şerifte Efendimiz bir kimseye “Dilini ve cinsel organını koru, ben de sana cennet için kefil olayım” buyurmuşlardır.
Anadolu’muzun yetiştirdiği büyük din, şeriat ve ahlâk âlimi İmam-ı Birgivî hazretleri Tarikat-i Muhammedîye adlı kitabının büyük kısmını dil âfetlerine ayırmıştır. Bu eserin İslâm dünyasında gördüğü rağbet hakkında bir fikir vermek için, otuz küsur kadar şerhinin yapılmış olduğunu söylemek yeter.
Lisan âfetlerinin en büyüğü gıybettir. Gıybet bir kimsenin olmadığı yerde, duyduğu taktirde üzüleceği bir şey söylemektir. O söylenen şey doğru da olsa gıybettir. Zaten doğru olmazsa iftira olur. Meselâ çok konuşan, gevezelik yapan bir kimsenin gıyabında “bırakınız şu zevzeği!..” denilirse gıybet olur. Yine insanların boyunun kısalığı, konuşurken kekelemeleri, vücutlarındaki herhangi bir ârıza veya kusur söylenirse bu sözler hep gıybettir.
Gıybet, İslâm şeriatına ve ahlâkına göre kebâirdendir, yâni büyük günahlardandır. Kur’ân-ı Kerim’de bir kimsenin gıybet yapması, ölü kardeşinin etini yemesi gibi çirkin bir iş olarak görülmektedir. Resûlullah Efendimiz nice Hadîs-i şerifinde gıybet konusunda ümmetini uyarmıştır.
Bir gün Hazret-i Âişe vâlidemiz, Safiye annemiz için “Onun boyunun kısalığı kusur olarak kendisine yeter…” demiş, bunun üzerine Aleyhisselatü vesselam Efendimiz:
– Yâ Âişe, öyle bir söz ettin ki, denizlere düşse kirletip kokuturdu… buyurmuşlardır.
Gıybet maalesef Müslümanlar arasında çok yaygın bir günahtır. Bundan kaçınmak ve kurtulmak için güçlü bir ahlâk ve karakter terbiyesi almış olmak; nefsini kontrol altında bulundurmak gerekir.
Fakir, min gayri haddin, “Gıybet İlleti” isminde bir kitapçık derleyip yayınladım, arzu edenler alıp okuyabilirler. (Bedir Yayınevi, 0 212/519 36 18 Cağaloğlu Yokuşu No: 6)
İnsanların bâzıları kendilerini hem savcı, hem hâkim, hem cellât sanırlar; suçlarlar, iddia ederler, mahkum ederler, idam ederler… Haktan, hukuktan anlayan, ahlâk ve fazilet sahibi, medenî ve vasıflı bir Müslüman kesinlikle savcılık, hâkimlik, cellâtlık taslamaz.
Toplum içinde bir tür savcılık yapabilecek kimseler vardır. Tecrübeli, birikimli, geniş ufuklu, vatansever, bilge; gazeteciler, aydınlar, seçkinler toplumun bir tür savcılarıdır. Ellerinde sağlam bilgiler, belgeler, önemli karineler olursa ihtiyatlı ve ılımlı bir lisanla bunları halka açıklarlar. Böylece yargıyı vazifeye davet etmiş olurlar.
Ancak bu “bir tür savcılar” asla aynı zamanda hâkimlik ve cellâtlık yapamaz.
Dinimiz her fâsık ve fâcirin gıybetinin yapılmasına izin ve cevaz vermez. Bizim ahlâkımızda insanların gizli günahlarını ve ayıplarını araştırmak, ortaya çıkarmak, rezil etmek yasaktır. Gıybetlerinin yapılmasına izin verilen kimseler mütecâhir ve mütecâsir fâsıklardır. Yani herkesin gözü önünde açıkça, küstahça, meydan okuyarak, cesaretle kötülük yapan, günah işleyen, adeta dine ve şeriata meydan okuyan fâsıklar veya facirler.
Adam evine kapandı, perdelerini indirdi, içki sofrasını kurdu ve demleniyor. Bu adamın bu günahını araştırmaya, onun gıybetini yapmaya hakkımız yoktur.
Başka bir adam balkonuna çilingir sofrasını kurdu, herkesin görebileceği bir şekilde içiyor, bunun gıybeti yapılabilir.
İnsanları, onlarda olan bir ayıp dolayısıyla kınamak, kötülemek, suçlamak son derece tehlikeli bir günahtır. Fahr-i Âlem sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz, “Bir din kardeşini, bir ayıbından dolayı ayıplayan kimsenin canını, Allah-ü Teâlâ ve Tekaddes Hazretleri, aynı ayıbı ona vermeden almaz” buyurmuşlardır. Bu hâdîs-i şerifi öğrendikten sonra, arzu eden bir din kardeşini, bir insanı, bir ayıbından dolayı karalasın, kötülesin, ayıplasın cesareti varsa…
Müslüman toplumda bir kendini kontrol, bir özeleştiri mekanizması elbette bulunmalıdır, ancak bunun edepleri, erkânı, kuralları vardır:
– Tenkitler isim vererek şahıs göstererek değil anonim olarak yapılmalıdır.
– Şahıslar değil, fiiller kötülenmelidir.
– Her halûkârda insaflı, itidalli hareket edilmelidir.
– Mesela İslâmî kesimde din sömürüsü yapan, mukaddesat bezirgânlığı ile malı götüren, haram yiyen, emanetlere hıyanet eden, uğursuz kimseler vardır. Bunların isimlerini vermek doğru olmaz. Şu şu, şu kötülükleri yapanlar…. denilerek genel bir ifade ve üslup kullanılmalıdır.
Bazı dindarlar, büyük günahlar konusunda çifte standart sahibidir. Başkalarının yaptığı günahlara karşı çok sert, kendi günahlarına karşı çok yumuşak… Mesela adam içki içmez, alkolün bir katresini bile ağzına koymaz, içenlere ateş püskürtür, en ağır şekilde verip veriştirir; gıybete gelince, kendisi günde beş saat aralıksız gıybet yaptığı için o konuda ağzından bir kötüleme sözü çıkmaz. Bu, bir nevî münafıklık değil midir?
Gıybetçiler, insanların kutsal savunma haklarını hiç kaale almazlar. Çekiştirilen kimse orada değil ya, atar tutar, söver sayar, aklınca benzetir, boyar.
Din kitaplarımızda, gıybet edenlerin sevaplarının tazminat olarak gıybet edilene verileceği yazılıdır. Sevabı yoksa, gıybet edilenin günahları edene yüklenir.
İlk asırlardaki İslâm büyüklerinden Hasan Basrî Hazretleri birinin kendisini çekiştirdiğini duymuş; ona bir tabak tatlı göndermiş, “Kendi sevaplarını bana verdi, benim günahlarımı yüklendi, benden de ona bu tatlı hediye olsun…” demiş. 23 Kasım 2003