Perşembe

1934 yılında çıkartılmış gizli bir kanunla ilgili tartışmalar yapılıyor. Kanunun metni hâlâ bulunamadı ama 184 milyon liralık devlet bütçesinin 49 milyon liralık bir kısmı ile ilgili olduğu söyleniyor. Demek ki, o tarihte devletin gelirinin dörtte birinden fazlası gizli bir iş için harcanmış.

Realpolitik icabı çıkartılan bu gizli kanun o devir için tabiî görülebilir. Lakin aradan yetmiş seneye yakın bir müddet geçtikten sonra bu metnin hâlâ gizli tutulması doğru mudur?Hukuka, demokrasiye uygun mudur? Birtakım gazeteciler yıllardan beri bu gizli kanunu bulmak için çalışıyor, fakat netice alamıyorlarmış.

Türkiye’nin gizlileri sadece bu kanundan mı ibarettir?

Bizde gizli bir anayasa olduğu da sağcı solcu, ilerici muhafazakâr nice aydın ve yazar tarafından söyleniyor. Ah onun da metni yayınlansa da gereken tedbirlerimizi alsak.

Modern Türkiye Cumhuriyeti’nin uluslararası meşruiyet senedi olan Lozan andlaşmasının da gizli protokolları olduğu söyleniyor. Onun da metni belli değil. Bir araştıran da çıkmıyor. Çıksa, trafik kazasına mâruz kalabilir.

Türkiye’nin gizli bir iktidarı da var. En son sözü o söylüyor, nihâî hükmü o veriyor.

Esrarlarla, gizliliklerle dolu bir ülkede yaşıyoruz.

Türkiye bu gizliliklerden nasıl kurtulabilir? Bunun iki yolu ve çaresi vardır:

Birincisi: İnsan iradesiyle yapılacak radikal bir islah hareketi ile gerçekleştirilebilir. Ben buna yapay (horizontal, ufkî) çözüm diyorum. Bütün namuslu aydınlar, politikacılar, medya mensupları, seçkinler bir araya gelir ve ülkenin gerçek demokrasiye, hukukun üstünlüğü sistemine geçmesi, evrensel insan haklarına gerçekten riayet ve hürmet edilen bir ortam oluşturulması için teşebbüse geçerler.

İkincisi: Dikey (vertical) çözümdür. Aydınlar, politikacılar, medyacılar, vatanseverler bu vazifeyi yapmazlar; bunun cezası olarak, insan iradesini aşan Küllî ve Mutlak Güç devreye girer ve Türkiye’de büyük bir kıyamet yaşanır. Allah bizi, ülkemizi, devletimizi bu ikinci çözümden korusun.

Şu anda statükocular Türkiye’deki bozuklukları, yamuklukları ayakta tutmak için seferber olmuş vaziyettedir. Güney Afrika’da ırkçı rejim bile yıkıldı ama bizdeki Tekelistan’cılar, Rantistan’cılar hakimiyet ve saltanatlarının ebediyete kadar süreceğini sanıyorlar.

Bizde tarih kültürü maalesef çok zayıftır. Arnold Toynbee’nin “Tarih Üzerine Bir Etüd” adlı onbir ciltlik kitabına sahip kaç aydınımız vardır? Kaç kişi İbn Haldun’un Mukaddime’sini okumuştur? Devlet, millet, ülkeler nasıl yücelir, güçlenir, ayakta durur? Bu konuda ciddî kitaplar ve araştırmalar okumuş kaç aydına sahibiz?

Günlük politika dedikodularıyla, ayakoyunlarıyla, skandal hikayeleriyle oyalanıp duruyoruz. Anlayamıyoruz ki, bir gün gelir yer ayaklarımızın altından göçer, gökkubbe başımıza çöker.

Yakın tarihten ibret almıyoruz. Uluslararası Farmasonluğun, siyonizmin, Sabataizmin maşası olan Jön Türk hareketi, Türkiye’nin bütünlüğünü koruyan ve devleti ayakta tutan tek şahsiyet olanSultan İkinci Abdülhamid Han’ı devirdi. Devirdi de ne oldu? 1908’de Meşrutiyet ilan edildi. 1909’da düzmece 31 Mart vak’asıyla Sultan tahtından indirilip Selanik’e sürüldü. Trablusgarp ve Balkan savaşları, ardından birinci dünya savaşına beyinsizce katılmamız ve 1918’de koskoca Devlet-i Aliye-i Osmaniye teslim bayrağını çekti, 1922’de tarihe karıştı.

Statükocular, gizli Anayasa taraftarları, gizli iki kimlikli lobiler son aylarda “İslâm dünyasının en güçlü ve sağlıklı ülkesi Türkiye’dir” mealinde bir edebiyat tutturdular. Niçin en iyisi ve güçlüsüymüş? Çünkü bizde laiklik varmış. Laiklik varmış da neler oluyormuş? On üç yaşındaki başı örtülü kız çocuğuna kelepçe vuruluyormuş, çocukları için okul kapısına gelmiş velilere bir ilçe emniyet müdürü “Kendinizi bir b.. mu sanıyorsunuz?” diye bağırıyormuş, cuma hutbelerinde diş fırçası hutbeleri okunuyormuş…

Türkiye’nin kurtulması, güçlenmesi, yücelmesi, başkalarına örnek olması için kuru edebiyat yetmez. Bir devletin, bir ülkenin, bir halkın sağlığının, gücünün alametlerinden biri sağlam ve değerli paradır. Cumhuriyet’in kuruluşunda bir lira bile etmeyen doların kıymeti bir buçuk milyon liraya yaklaşmışsa, iktisadî ve malî bağımsızlığımızı yitirmişiz demektir.

Yabancıların baskıları ve kötü yönetim yüzünden kendimize yetecek kadar buğday, pirinç, soya, sıvı yağ, et ve başka zarurî yiyecek maddeleri üretemez hale gelmişsek başkalarına örnek ve model olmamız mümkün müdür? Eğitim sistemimiz, üniversitelerimiz çağdışıdır, son derece yetersizdir. Kültür, sanat hayatımız durgunluk içindedir. Kokuşma bütün ülkeyi sarmıştır. Vaktiyle bir cihan imparatorluğuna sahip bu millet şimdi ehliyetsizliğe, liyakatsizliğe, rant ve repo dalaverelerine kurban ediliyor. Nice küçük ülke Nobel kazandı da, biz yüz yıldan beri hâlâ tek bir Nobel kazanamadık.

Dünya birincisi olmamız gereken Türkoloji araştırma ve çalışmalarında bile dünya sonuncusuyuz, nal topluyoruz. Fransız Jean Deny’nin 1920’lerde yayınladığı Türk Grameri kitabı ayarında bir kitap bile yazamamış durumdayız. Kitapçılara gidiniz, beş on ciltlik mükemmel bir Türkiye Coğrafyası külliyatı arayınız, bulamayacaksınız. Biz vatanımızın, ülkemizin, büyük evimizin coğrafyasını bile yazamıyoruz.

Beyazıt’taki büyük kapının altından geçen bir profesörü durdurunuz ve “Kapı üzerindeki kitabelerde ne yazıyor? Lütfen okur musunuz?” diye sorunuz. Alacağınız cevap kocaman bir “Ben o yazıyı okumak bilmem” olacaktır. Profesörünün bu kadar cahil olduğu bir ülkenin istikbalinden korkulmaz mı? Türkiye çok laikmiş, çok ileriymiş çünkü üniversite kapılarından başıörtülü kız öğrenciler kovuluyormuş. Ne acayip bir laiklik ve ilericiliktir bu. Hangi medenî, demokrat, hukuklu, kalkınmış, güçlü ülkede böyle anti-demokratik uygulamalar ve zorlamalar var?

Para, maddî menfaat, nefsaniyet, şahsî prestij konusunda hiçbir hırsı ve iddiası olmayan mütevazı okur-yazar bir vatandaşım. Şu güzelim ülkede huzur, saadet, selamet içinde ömür sürmek istiyorum. Lakin ne mümkün. Her gün insanı kahreden bin türlü kötü haberle, skandalla, kötülükle karşılaşıp da huzur içinde yaşamak mümkün mü? Birkaç ay önce Şile’de, bir Türkle evli iki çocuk annesi Romanyalı bir kadıncağız, saçlarından sürüklenerek bir otele atıldı ve sabaha kadar en vahşi ve kaba bir şekilde tecavüze uğradı. Kadına yapılmadık bırakılmadı. Sonunda ne oldu? Tecavüzcü tahliye edildi. Kadın ve kocası tehdit ediliyormuş… Türkiye’ye yazık oldu! 22 Mart 2002