Göldeki Adada İslâmköy
Milli Gazete-Köşe Yazıları
- 03 Ocak 2019
Cuma
Ege sahillerimizdeki adaları Yunanlılara kaptırdık. 1911’de On İki adayı İtalyanlar almıştı, 1945’te bu adalar İtalya’dan alındı, Yunanistan’a verildi. Orada Türkler yaşıyordu, pekâlâ, biz isteyebilirdik, istemedik. Malum, yurtta sulh, cihanda sulh… Sözün kısası adasız kaldık.
Ülkemizde bazı göllerde küçük adalar var, bazılarında insan yaşıyor, bazılarında yaşamıyor. Yıllardan beri hayal ederim, bu adalardan birini zengin biri satın alsa ve orada bir
kursa. Bu köye sadece dindar Müslümanlar alınsa (dindar olmayan Müslüman da var…). Diyelim, yüz haneli bir köy, ortadaki meydanda camii var. Burada yaşayanlar önceden anlaşmış bulunuyorlar, ezan okununca bütün erkekler vakit namazını camide kılıyorlar. Adadaki bütün kadınlar tesettürlü. İslâm’ın ahlâksızlık ve günah olarak kabul ettiği hiçbir şey yapılmıyor. Farzlar, sünnetler yerine getiriliyor; haramlardan, münker ve kerih olan şeylerden uzak duruluyor.
Adada meyhane, kumarhane, kadın erkek karışık plaj yok… Adı üstünde İslâmköy adası…
Böyle bir şey yapılmaya kalkışılsa dinsizler ortalığı velveleye verirler,
diye bağırıp yırtınırlar.
Amerika’nın bir bölgesinde
vardır. Bunlar dindar ve koyu bir Protestan mezhebine bağlıdırlar.
Geceleri petrol lambasıyla aydınlanırlar, bir yerden bir yere at arabasıyla giderler, onsekizinci, on dokuzuncu asır kıyafetiyle gezerler. Bunlara kimse karışmaz. Öyle ya, hürriyet var. Vergisini ödüyor, devletine sadık, suç işlemiyor, ne yaparsa yapsın… Bizde bu zihniyet yok.
Gölün ortasındaki adayı almadık, İslâmköyü kurmadık, bütün erkekleri beş kez camide toplamadık, kadınların başını örtmedik… Fol yok yumurta yok, ister misiniz,
diye beni suçlasınlar.
Bir yerde özel bir köy kurulsa, orada cami olmasa, namaz kılınmasa, kadınların örtünmesi yasak olsa… Birileri ne yapar? Ödül verirler!
Gazeteler yazdı… Şehir ismi vermek istemiyorum, böyle bir hadisenin bir yerde yaşanması oranın haysiyetini, şerefini, itibarını kırmak için yeterlidir. Vak’anın özeti şu: On üç yaşında, ilköğretim okuluna giden bir kız, arkadaşının doğum günü kutlamasına katılmış, onun babasıyla tanışmış, sonra kazık kadar adamla o on üç yaşındaki kız arasında muhabbetli ilişkiler başlamış. Gezmeler, tozmalar, şunlar bunlar… Sonra kız hamile kalmış, medya ateş püskürüyor. Kime karşı? Kızı hamile bırakan herife karşı… Yahu, bu işte kızın ve kız tarafının hiç kabahati yok mu? On üç yaşındaki bacak kadar bir çocuk arkadaşının babasıyla yasak aşk hayatı yaşar da, annesi babası bundan nasıl haberdar olmaz?
Aile müessesesini darbeleye darbeleye bu hallere düştük. Analar babalar, oğullarına kızlarına mukayyet olamıyorlar. Olmak isteseler de, buna imkân bulamıyorlar.
On üç yaşındaki kız annesine:
– Anne ben Sevgi’lere ders çalışmaya gidiyorum, diyor…
– Hadi kızım güle güle!
Artık Sevgi’lere mi gidiyor, yoksa Sevgi’nin babasıyla gezip tozmaya mı, bilen yok takip eden yok.
Böyle giderse üç beş seneye kalmaz toplumun çivisi iyice çıkar. Zaten görüyoruz sosyal yapımız toz duman içinde, her taraftan çatırtılar geliyor, ortalık allak bullak.
Türkiye’yi çökertmek isteyenler neler yapmışlardı:
Çok çoğalıyorduk, Avrupa, Amerika Türkiye’de Müslümanların çoğalmasından büyük endişe duyuyorlardı. Aile planlaması dalavereleri ile çoğalmamızı önlediler. Türk toplumunun temeli ve atomu ailedir, fert değildir. Aileyi yıkmak için her şeytanlığı, her habaseti yaptılar.
Ekilen rüzgârların fırtınalarını biçmeye başladık.
Allah, Kur’ân-ı Kerim’i Peygambere vahyetmiştir. Kutsal Kitabın en doğru yorumunu Peygamber yapmıştır.
1. Kur’ân’ı yaşayarak yapmıştır.
2. Hadis-i şeriflerde açıklayarak yapmıştır.
3. Sünnetiyle yapmıştır.
Peygamberin vefatından sonra Ashabın müctehidleri, fakihleri, müfessirleri O’nun yolundan yürümüşlerdir.
Ashaptan sonra Tâbiin, Tâbiî’nden sonra Tebe-i Tâbiîn… Selef-i Sâlihin Kur’ân’ı tefsir etmekte, yorumlamakta Peygamberin izinden gitmişlerdir.
Sonra her asırda gelen âmil, takvalı, derin din âlimleri, müfessirin-i kiram hazeratı bu yolda hizmet vermişlerdir. Günümüze kadar… Zamanımızda birtakım adamlar çıktı, 1400 yıllık Kur’ân tefsiri birikimini ceffelkalem reddediyorlar, önceki Müslümanlar Kur’ân’ı hakkıyla anlayamadılar, biz anladık, onları bırakın bize tâbi olun diyorlar. Bu yeni yetme müfessirler, Peygamber hadislerini ve Sünneti Kur’ân’ın yorumlanmasında esas kabul etmiyorlar. Esas olan onların kendi şahşi görüşleri, re’yleri, yorumlarıdır.
İslâm dininde asıl olan nakildir, yani vahiydir. Bu nakli ve vahyi anlamak için elbette akıl lazımdır. Akıl olmadan din anlaşılamaz, lakin bu demek değildir ki, asıl esastır, nakil/vahiy ikinci plandadır.
İslâm medreseleri kapatılıp icazetli ulema yetişmesi engellendiği için meydanı boş bulan birtakım heveskârlar kendilerini din âlimi, müfessir, İslâm mütefekkiri olarak gösteriyor.
Adamcağız mühendis, çat pat Arapça da biliyor, din âlimliğine soyunuyor.
Arapça hiç bilmeyen öyleleri var ki, Türkçe Kur’ân tercümelerinden yararlanarak ictihad yapıyor. Müctehidin böylesi… Öyle Müslüman gazete yazarları var ki, dini konularda mutlak müctehidmiş gibi ahkâm kesiyor.
Din konusunda sözün ayağa düşmesi, her kafadan ayrı bir ses çıkması ümmet için gerçekten felaket derecesinde bir kötülüktür. Bu kötülükten kurtulmak için dinde taklit ve gelenek yolundan ayrılmamalıdır. Yeni yetme müctehidler taklid kelimesini duyunca küplere biniyor ve
diyorlar.
Biz Kitap ve Sünnet Müslümanları Resulullah Efendimizi, Ashabını, Ehl-i Beytini, Tabiînini, Selef-i Salihînini ve ondört asırdır gelip geçen rabbanî âlimleri ve din imamlarını taklit ediyoruz.
Kur’ân’ı kendi kafasına, heva ve hevesine, re’yine göre yorumlamak dehşetli ve tahripkâr bir bidattir. Kur’ân’ı, hadisler ve sünnet olmadan doğru şekilde yorumlamak mümkün değildir.
Böyle mübarek zevatın yorum ve açıklamalarını bırakıp da bidatçi şeytanların hile, mekir, iğva ve desiselerine kapılmayalım, tuzaklarına düşmeyelim. 24 Şubat 2007