Güçsüzlük ve Dar Ufukluluk
Milli Gazete-Köşe Yazıları
- 29 Ocak 2019
Pazar
Yediyüz kişinin bulunduğu bir toplantı salonundasınız. Her kafadan bir ses çıkıyor, insanlar avaz avaz bağırıyor, haykırıyor. Ortalık tam bir cadı kazanı. Uğultular, gürültüler, böğürtüler… Bir toz duman ki, sormayın. Siz böyle bir ortam içinde, yanınızdaki birkaç kişi ile cılız sesler çıkartarak kendi inanç, fikir ve görüşlerinizi duyurmaya çalışıyorsunuz. Yüz yirmi beş desibellik gürültü içinde sizin sesiniz ancak altmış desibel seviyesindedir. Tabiî ki, sesinizi duyuramaz, fikirlerinizi işittiremezsiniz.
İşte biz Müslümanlar, cadı kazanına dönen şu sevgili vatanımızda bu durumdayız. Günlük gazete konusunda bizler birinci değiliz. Televizyon konusunda birinci değiliz. Tek kelimeyle medya sahasında birinci değiliz. Bizim gazetelerimizi genellikle bizimkiler okuyor. Ülkenin ve halkın tamamına sesimizi duyuramıyoruz. Öyle “büyük” gazetelerimiz var ki, bayilerdeki serbest ve normal satışları 20 bin civarında; göze büyük görünen yüz binlerce satışları ise Japon usulü abone şekliyle. Yani zorlama, hatıra dayanan sun’î ve şişirme bir satış.
Bizim, ülke sathında dinlenen, okunan ağırlıklı yazarlarımız, fikir adamlarımız yok. İstisna teşkil eden birkaç kişi kuralı bozmaz. Vaktiyle 1950’li, 60’lı yıllarda bir Ord. Prof. Ali Fuad Başgil’imiz vardı. Bir makalesi yayınlandığı zaman herkes ilgilenir, okurdu. Rahmet-i Rahman’a kavuştu, yeri doldurulamadı. Pembeler, benzetilmişler bizimle kedinin fareyle oynadığı gibi oynuyor. Kendimiz yazıyoruz, kendimiz okuyoruz.
Çünkü elli yıl boyunca sosyal kültüre, edebiyata, tarihe, sanata, medyaya gereken önemi vermedik. En zeki çocuklarımızı doktor, mühendis yetiştirdik. Doktorlukta, mühendislikte çok para var diye. Din hizmetleri deyince hafız, din hocası, imam, müezzin, ilahiyatçı yetiştirdik. İki üç yabancı dili iyi bilen, Avrupa ve Amerika seviyesinde medyacılar yetiştirmeyi düşünemedik. Kitapları yabancı dillere çevrilen fikir adamları, romancılar, yetiştiremedik.
Dar ufuklu cemaatler, Türkiye ve İslâm için adam yetiştirmeyi düşünemediler, kendi cemaatlerine ve hocalarına hizmet edecek adamlar yetiştirdiler. Şu anda paramız var, binalarımız var, mükemmel matbaa tesislerimiz var ama gazetecilik sahasında birinci ligte oynayamıyoruz.
Türkiye’nin bir bütün olduğu gerçeğini hâlâ anlayamadık. Bu devirde sırf Müslümanlar için gazete çıkartılır mı? Çıkartılmaz ama biz çıkartmaya uğraşıyoruz.
Bırakın Müslümanlar için gazete çıkartmak, biz şu veya bu cemaat, şu veya bu efendi hazretleri için gazete çıkartıyoruz. Böyle gazete çıkartılırsa elbette medyanın birinci liginde oynanılmaz. Pembeler böyle mi gazete çıkartıyor? Onlar gazetelerini sırf Pembeler için çıkartmış olsalardı, birkaç bin nüsha bile satamazlardı.
Biz Müslümanların belini şifahî kültürlü oluşumuz büküyor. Şifahî kültür ile köy olmaz kasaba olmaz! Şifahî kültür, medenî ve güçlü kültürün zıddıdır. Lafa, gevezeliğe, zevzekliğe gelince birinciyiz ama yazılı kültüre gelince bocalayıp duruyoruz.
Türkiye’de gazete, dergi, kitap, broşür basımı ve yayımı izne tabii değildir. Değildir ama biz beceremiyoruz. Agresif ve fanatik Evangelistler ülkemizde her yıl milyonlarca İncil, Hıristiyanlık propagandası yapan kitap ve broşür dağıtıyor; henüz bir adet bedava dağıtılan broşür bile yayınlayamadık. İslâm’ın müjdelerini ve uyarılarını halkımıza, gençliğimize risaleler şeklinde bildiremiyoruz. Biz, Yahova şahitlerinin binde biri kadar çalışamıyoruz kendi dinimiz için.
Öyle İslâmî cemaatler var ki, her yıl hizmet için milyarlarca dolar topluyor ve bu paraların beş on bin doları ile misyonerlere karşı bir broşür hazırlatıp yayınlayamıyor. Bu devirde kuru söz ile emr-i maruf ve nehy-i münker yapılabilir mi? Elbette yapılamaz. Devir yazı devridir, basın devridir, bilgi devridir. Bin türlü kötülük, teseyyüb var ülkemizde. Bunları yazılı olarak tenkit edemiyoruz.
Sadece günlük gazete yazılarıyla iş bitmez. Kalıcı kitaplar, broşürler yayınlamak gerek. Rastgele kitap ve broşürle de olmaz. Kitap ve broşürlerin faydalı, kıymetli olması gerekir.
İşleri ehline yaptıramıyoruz. Bizi “bizdenler” zihniyeti batırıyor, bitiriyor. Şu zat bizdenmiş… Şu adam bizim tarikattenmiş… Şu zat bizim hizip ve fırkadanmış… Peki bunlar işlerin ehli midir? Orasını düşünen yok. Bizi “mâsum” imamlar, reisler, hocaefendiler, ağabeyler, üstadlar zihniyeti bugünkü zelil ve rezil hale getirmiştir. Ehl-i Sünnet İslâmlığında mâsum imam, mâsum hazret inancı yoktur.
İlk Müslümanlar Hazret-i Ömer’i bile tenkit ediyorlardı. Hocaefendi hiç yanılmazmış, hiç hatâ etmezmiş… Ne sapık ve çarpık bir iddiadır bu. Hocaefendi ne derse doğruymuş, ne yaparsa iyiymiş… Ya öyle mi? Yakın akrabalar arasındaki evlilikler insan biyolojisini bozar. Tarikat, cemaat, hizip, fırka, zümre, klik, grup taassubu da İslâmî vahdeti bozar.
Gazete mi çıkartacaksın, ülkenin en temiz, en ehliyetli, en hünerli, en mârifetli, en liyakatli, en başarılı vatansever elemanlarını bir araya getireceksin. İlle de bizden, bizim cemaatten, bizim hocaefendimizin taraftarlarından eleman alırsan neticede hezimete uğrarsın.
Kendini mâsum sanan, hiç yanlış yapmadığına inanan kimse sapıktır. Bu adamın böyle olduğunu sanan da sapıktır. Bir insan Peygamber değilse yanılabilir, günah işleyebilir, hatâ edebilir. Yanılmaktan korunmak için ehli ile istişare etmek gerekir. Hadîste “iştişâre etmeyen nâdim olur (pişman) olur” buyurulmaktadır.
Ya medenî, şehirli, vasıflı, güçlü, üstün, akıllı, firâsetli, hikmetli Müslümanlar olacağız, yahut da böyle sürüneceğiz. 17 Kasım 2004