Pazartesi

 

Pazartesi akşamı evime oldukça yakın bir yerde konuşmaya gidiyorum. Tramvayda genç bir hanım çocuğunu kaldırıyor, bana yer ikram ediyor, teşekkür ediyorum. Bu devirde yaşlılara yer verenler çok azaldı. Hanımın babası okuyucummuş, beni tanıyor, birkaç dakika yârenlik ediyoruz. Bir lisede öğretmenmiş, inanmak istemediğim bir şey söylüyor. Lise 1’de bazı öğrenciler doğru dürüst okuma yazma bilmiyor… diyor. Olacak iş değil, çocuk lisede okuyor ve adam akıllı okuma yazma bilmiyor. Millî eğitimi sulandıra sulandıra bugünkü hale getiren popülist politikacılar iftihar etsinler. Yıllarca hava civa ektiler, şimdi onların mahsulünü devşiriyorlar.

Sohbette elli-altmış kişi var. Bir kısmı üniversite öğrencisi, bir kısmı yüksek lisans veya doktora yapıyor. Hepsi de dindar, temiz gençler. Önce bir soru yöneltiyorum:

– İçinizde cep telefonu olmayanlar lütfen ellerini kaldırsın…

Hiçbirinin eli kalkmıyor. Demek ki, cep telefonu konusunda yüzde yüz techizatlılar.

İkinci sorum şu oluyor:

– Her ay en az bir kitap alıp okuyanlar ellerini kaldırsın…

Sanırım sekiz kişi ellerini kaldırıyor.

Demek ki, bu temiz ve imanlı gençler cep telefonuna kitaptan, kıraattan faydalı kültürden daha fazla önem veriyor. Bendeniz konferansçı ve iyi bir hatip değilim. Bir saat kadar çeşitli kültür ve eğitim konularında dinleyenlerimle sohbet ediyoruz.

Türk dili ve edebiyatı okuyan bir gençten, Fuzulî’den bir şeyler okumasını istiyorum.

Mende Mecnun’dan füzun aşıklık istidatı var,

Aşık-ı sâdık menem, Mecnun’un ancak adı var.

beytini okuyor. Lakin aruza dikkat etmiyor, düz yazı gibi okuyor. Buna da şükür.

Liselerde ve üniversitelerde okuyan gençlerimize mutlaka dışarıdan paralel/alternatif eğitim verilmesi gereklidir. Onlara ilk kazandırılacak şey yazılı, edebî, zengin kültür Türkçesidir. Bunun için mutlaka Osmanlıca bilmeleri gerekir. Bazıları doktora, mühendise, iktisatçıya Osmanlıcanın ve edebiyatının gerekmediğini sanıyor.

Sismolog, oseanolog, veteriner, zoolog, botanikçi de olsa her Müslüman Türkiyeli Osmanlıca bilmeye mecburdur. Kültürlü bir insan için edebiyat seçimlik bir konu değildir, zarurî bir konudur.

Sohbetten sonra geceleyin evime yalnız başıma dönemiyorum. Güvenlik yokmuş, yakın zamanda karanlık bir sokakta soyguncular bir adamı öldürmüşler. Böyle giderse bir seneye kalmaz, geceleri sokağa çıkamayız. Birtakım politikacılar, Batıdan gelen ilhamlarla İstanbul’un mafya yapısını değiştirdiler, T…. mafyasını ekarte edip, yerine K…. mafyasını güçlü kıldılar.

Perşembe günü bir dostumla Kapalıçarşı’da buluştuk. Havuzlu lokantada yemek yedik. Yemekten sonra Tükmen dükkanlarından birinden dostuma işlemeli eski ve antika bir madenî sürahi, bir de sert deriden yapılmış, dört kulplu çok enteresan bir su kabı aldık. Başka bir dükkandan üzerindeki çiçekler elde boyanmış eski bir çaydanlık… Bendeniz işlemeli iki takke aldım. Kahvemizi Ay kafede içtik. Oradan Beyazıt Tramvay caddesi üzerindeki Özdemir Kitapçılar Çarşısı’na gittik, biraz kitap aldık.

Eve tramvayla döndüm, ikindi çayı hazırlayıp içtim. Şimdi bu yazıyı kaleme alıyorum. Dünya ve Türkiye çok kötüye gidiyor. Dışarıda Amerika ve Haçlı dünyası, içeride Beyaz (veya Pembe) Türkler işi iyice azıttı.

Sakız çiğnediği için Atatürk’e hakaretten tutuklanıp cezaevine konulan AKP Fatsa İlçe Başkanı tahliye edilmiş. Geçmiş olsun… İstanbul’da Taksim anıtının, Ankara’da Ulus’taki heykelin, başka şehirlerdeki heykel ve büstlerin önlerinden geçen vatandaşlar çok dikkatli olsunlar, ciklet miklet çiğneyip laubalilik yapmasınlar, çarpılabilirler…

Güneydoğu’da Irak sınırına 200 bin kişilik askerî bir kuvvet sevk edildi. Medya bu konuda açık ve doyurucu bilgi vermiyor. Ne oluyor acaba? Yaşlı bir tiyatrocu bir törenden veya bir ihtifâlden sonra coşmuş, “İrtica tehlike ve tehdidi vardır… Cumhuriyeti koruyalım, laikliği koruyalım…” diye bağırmış çağırmış. Adam tam tiyatrocuymuş.

İlerici, çağdaş, Beyaz, hattâ Bembeyaz bir gazeteci Başbakanın “Egemenlik gerçekten halkın olacaktır…” meâlindeki beyanına pek içerlemiş,

“Meclis duvarında egemenlik ulusundur levhası var ve altında M. Kemal yazılı, Başbakan ne demek istiyor?”

diye soruyor.

Bu levha benim çocukluğumda da Meclis duvarında asılı idi. 1946’ya kadar tek parti rejimi vardı. Seçimler iki dereceli idi. Ankara’da CHP merkezinde milletvekili listeleri hazırlanır, illere ve ilçelere gönderilir, seçim günü, birinci seçmenlerin seçmiş olduğu ikinci seçmenler bu listeleri sandığa atarlardı. Egemenlik ulusun muydu? Daha sonra serbest seçimler yapılmaya başlandı ama egemenlik yine ulusun değil. Ulusun seçme hakkı var, egemenliği yok.

Egemenlik Derin Beyaz Türklerdedir…

cd

Geçen gün kendi kendime sordum:

“Kaç liralık bir insanım?”

Hesabı hemen yaptım: Yeni aldığım elbise 50 YTL (Dikişi ve kumaşı oldukça güzel…), tabanı ve içi kösele kaplı, birinci sınıf ayakkabım 35 YTL. (Ucuza alınmış olması, seri sonu oluşundandır), gömlek 5 YTL. (Hiç de fena değil), kravat 3 YTL, yelek (o da seri sonu) 2 YTL. Topladım hepsi 95 YTL… Demek ki, bendeniz bazılarına göre 100 lira bile etmiyorum. Çünkü o bazıları, insanları elbiselerinin, cep telefonlarının, saatlerinin kıymeti ve markası ile değerlendiriyorlar.

Bu kıyafetle, geçen cumartesi, Eminönü’nde Rüstem Paşa Camii yakınındaki Kahve Dünyası dükkanına acı bir kahve içmeye gidiyordum. Civardaki lüks ve pahalı restoranlardan birinde çalışan bir okuyucum yolda beni durdurdu, ayak üstü biraz hal hatır sorduk, bendenize “Bugün çok şıksınız…” demez mi? Demek ki, “şık görünmek için” markalı ve pahalı elbiseler, ayakkabılar almak ve bunlarla arz-ı endam etmek gerekmiyormuş.

Unutuyorum, ihmal ediyorum: Kapalıçarşı’daki Türkmen dükkanlarından aldığım hakikî taşlı Afgan yüzüklerimden birini parmağıma takmış olsaydım, 96 liralık bir adam olacaktım…

Halkımıza ve bilhassa sevgili gençlere hitab edecek bir “Antitüketim Kılavuzu” yazılması şarttır. Türk toplumunu marka fetişizminden, lüksten, israftan korumak gerek. Geliri hiç müsait değil, ilerde her şeyin en pahalısını, en

“markalısını”

almak istiyor. Ayranı yok içmeye, en lüks cep telefonu ile gidiyor helâya… İşin en garibi, sokakta cep telefonu ile konuşarak yürüyen bazı vatandaşlar aslında konuşmuyorlarmış, çünkü telefonlarının içinde kontör mü nedir, ondan yokmuş. Tabiî parasızlıktan… Konuşur gibi yapıyorlarmış… Allah akıl fikir versin!

(Uyarı: Tramvayda cep telefonu ile gayet yüksek sesle konuşarak vagondaki kalabalığı rahatsız eden zata: Çok kaba, görgüsüz, terbiyesiz şekilde hareket ettiniz. O kadar vatandaş sizin faydasız konuşmalarınızı dinlemek zorunda değildir. Size ihtar ediyorum, bir daha böyle görgüsüzlükler yapmayınız…) 02 Mayıs 2006