Bizde toplumsal hafıza yoktur.

Halk yığınları, genç nesiller pek yakın bir tarihte cereyan etmiş önemli hadiseleri hatırlamazlar. Günü gününe yaşarız. Bol miktarda kuruntularımız, komplekslerimiz, boş hayallerimiz vardır. Uluslararası futbol yarışmasında dünya üçüncüsü olmamız, bize bütün dertlerimizi, sıkıntılarımızı, içinde bulunduğumuz son derece vahim krizleri unutturmaya yetmiştir.

Geçmişteki hatâlarımızdan ders ve ibret almayız. İbret almak için bilmek, hatırlamak gerekir. Biz hâli

(bugünü)

de bilmeyiz, sadece yaşarız, mâruz kalırız.

Bir konuda sıkıntıya düşen, yanan kişilerimiz o sahada bir eksiklik, yanlışlık, problem olduğunu anlar. Anlar da mahiyetini, sebeplerini idrak edemez. 17 Ağustos büyük zelzelesinden bu yana tam üç sene geçti. Zaman zaman gazetelerde depremzede halkın büyük kısmının çektiklerine dair haberler görürüz, resimlerine bakarız. Onların çektiklerini iyice, hakkıyla anlayamayız. Tepkimiz küçük bir üzüntüden, vah vah demekten, yetersiz ve cılız bir isyandan ibarettir.

Evet tepkilerimiz çok zayıftır. Sağlık karnesindeki

fotoğrafı başörtülü olduğu için

hastahaneye alınmayan, tedavi edilmeyen

Çanakkale gazisi kızı yetmiş bir yaşındaki

Medine Bircan’ın ölümüne karşı gereken millî tepkiyi gösterebildik mi?

Böyle bir haksızlık, böyle bir facia, böyle bir zulüm İsviçre, Amerika, Kanada gibi medenî bir ülkede cereyan etmiş olsaydı halktan,

medyadan, aydınlardan, sivil kuruluşlardan atom bombası gibi güçlü tepkiler gelirdi.

Tıp Fakültesi dekanı ne dedi:

“Biz herkese hizmet veriyoruz. Burkalı bir Afgan kadını gelse onu da içeriye alırız, tedavi ederiz…”

Kara cüppeli akademisyen dekan bey eksik söylemiştir. Paralı hasta olursa çarşaflı da olsa bakıyorlar.

Parasız bakılan sağlık karneli vatandaşın fotoğrafı başörtülü ise Medine Bircan’ın akıbetine uğruyor, yani bakılmıyor, koğuluyor.

Fransa’da Dreyfüs vak’asını herkes bilir.

Dreyfus ölmüştür, o zamanki insanlar ölmüştür ama toplumsal hafıza ve kültür vak’ayı hafızasına sağlamca yerleştirmiştir.

Bizde nice önemli yakın tarih vak’ası unutulmuştur.

Genç nesiller 1946 seçimlerinde

Senirkent

ve

Aslanköyde

yaşanan faciaları bilir mi? Bilmez.

O iki küçük beldenin kahraman halkı, seçim sandıklarının çalınması üzerine haklı olarak protesto etmişler ve zalim iktidarın emriyle yakalanmışlar, zincirlere bağlanarak götürülmüşlerdir.

Düzmece Menemen vak’asının içyüzünü

bilen kaç kişi çıkar şu ülkede?

Trabzon meb’usu Ali Şükrü bey nasıl ve niçin öldürüldü?

Başka milletler böyle kahramanları için âbideler dikiyor. Bizde bu cinayetin içyüzünü bilen kaç kişi vardır. (Kadir Mısıroğlu beyin bu konudaki kitabını okumanızı tavsiye ederim. Bedir Yayınevi’nden (0212 / 519 36 18) sorabilirsiniz.)

Ecevit 1970’lerin sonuna doğru bir azınlık hükümeti kurmuştu.

Güneş motelde birtakım pazarlıklar sonunda

partiye on bir milletvekili transfer edilmişti.

Sonradan bunlardan ikisi

Yüce Divan

‘da yargılandı ve hapis cezasına çarptırıldı. Ecevit’in o iktidarında ne facialar yaşandıydı. Türkiye bir yolsuzluklar ve yokluklar ülkesi haline gelmişti. Tüpgaz yok, çay şeker yok, zarurî gıda maddeleri yok. Anarşi ve zulüm korkunç boyutlara ulaşmış. O tarihlerde basılmış

“İşkence Dosyası”

(Dede Korkut Yayınları)

adlı kitabı okursanız gözleriniz fal taşı gibi açılacaktır. Türkiye’nin bugün içinde bocaladığı büyük ve korkunç krizin temelleri o zaman atılmıştır.

Bundan yetmiş küsur yıl önce bir

“Üniversite Devrimi”

yapılmıştır. İstanbul Üniversitesinin adı

“Darülfünun”

du. CHP’nin oligarşik iktidarına bazı haysiyetli profesörler kafa tutuyordu. İsmet Paşa hükümeti tenkitlerden tedirgin oluyordu. Profesörler içinde dindar ve hamiyetli kimseler vardı. Bu haliyle memleketin beynini kontrol altına almak, dizginlemek mümkün değildi. Darülfünunu kapattılar ve yerine Üniversiteyi açtılar. Merak edenler bu konuda kitap bulabilirler mi? Sanmıyorum.

Atatürk zamanında

İzmir suikasdi

vesilesiyle iki büyük ve kodaman Selanik Dönmesi,

sâbık maliye nazırı Cavit beyle, Dr. Nazım bey asıldılar.

Bu işin içyüzü nedir? Gerçekleri açıkça yazamazsınız. Aradan bunca yıl geçmiştir, bizde hâlâ tabular, ambargolar vardır.

Ecevit iktidarı Apo’yu asamadı. Peki, zavallı Adnan Menderes niçin asıldı?

Apo devlete başkaldırmış, silahlı isyan hareketi başlatmış ve onu senelerce sürdürmüş, onbinlerce kimsenin ölümüne sebep olmuş, memleketin bir kısmının harap olmasına, milyonlarca halkın sefalete düşmesine yol açmıştı. Adnan Menderes’in en büyük suçu ise, Demokrat Parti Meclis grubunda bir cümle sarf etmiş olmasıydı.

“Arkadaşlar, demişti, millet size vekalet vermiştir. Siz isterseniz Hilafeti bile geri getirebilirsiniz.”

Adnan beyin dönmelerle ilgisi vardır. Çok yakınlarından birisi Dr. Nazım’ın yeğenidir.

O buna rağmen asılmıştır.

Biz

Millî Kurtuluş savaşımızın tarihini

de bilmiyoruz. İmkânım olsa, bu konuda mufassal

(ayrıntılı)

büyük bir kitap yazdırırım

Profesör Mete Tuncay’a

. Millî

Mücadelemiz yüzde yüz islâmî bir harekettir.

İlk Meclis’te yetmişden fazla sarıklı milletvekili vardı.

Ulemadan, şeyhlerden, dini bütünlerden müteşekkil bir topluluktu.

Dinsizler pek azdı.

Meclis bir cuma günü Hacıbayram cami-i şerifinde kılınan namazdan sonra dualar, tekbirler, tehliller, kurbanlarla açılmıştır.

En yaşlı üye Sinop mebusu

Şerif bey

ve bilahare kürsüye çıkan

Mustafa Kemal Paşa

“Bu Meclis’in iki gayesi vardır. Biri Padişahımız efendimizi kurtarmak, ikincisi memleketi ve milleti kurtarmak…”

meâlinde sözler etmişlerdi.

Meclis, yüce dinimize bağlılığını göstermek üzere “Men’i Müskirat Kanunu”

(Alkollü içkilerin yasaklanması kanunu)


çıkartmıştı. Yeni nesiller bunları iyice biliyor mu?

Türkiye, Yalçın Küçük’ün dediği gibi bir Tekelistan’dır.

Lisanımız, edebiyatımız, tarihimiz, millî kimliğimiz, medyamız, eğitim teşkilatımız, üniversitelerimiz

tekelleştirilmiş, tabularla doldurulmuştur.

Devletin, ülkenin, milletin, millî iradenin, hukukun, insan haklarının, Türkiye’nin yüce menfaatlerinin üzerinde gizli ve amansız bir güç bulunmaktadır.

Egemenlik ulusundur

diyorlar, yazıyorlar. Öyle mi? Egemenlik gerçekten ulusun olsaydı, Türkiye’de bugün olduğu gibi

bir başörtüsü krizi

olabilir miydi?

Her şeyin üstünde bir ideoloji bulunuyor. Sorarsanız,

Kemalizm

diyeceklerdir.

Kesinlikle değildir.

Bugünkü Atatürkçülüğü anıtkabrinden kalkıp Atatürk görseydi kesinlikle kendisine mal etmezdi.

Atatürk inkılaplarına en büyük hıyaneti Atatürkçü, geçinenler yapmıştır. Büyük inkılaplardan biri neydi?

Mason localarının kapatılması

değil miydi?

Atatürk’ün 1935’te kapattırdığı Mason localarını kimler açtırdı?

En koyu, en su katılmadık Atatürkçüler.

Kuzum bunlar ne biçim Atatürkçüdür?

Aynı Atatürkçüler şimdi kalkmışlar

Nazım Hikmet’i yere göğe sığdıramıyorlar.

Adam gizli teşkilat kurmuş, ihtilal hazırlığı yapıyor. Atatürk rejimini devirecek, Atatürk’ü muhakemesiz veya uyduruk bir muhakemeden sonra idam edecek, Türkiye’de Sovyet uydusu kızıl bir Bolşevik düzen kuracak. Şimdi Atatürkçüler bir yandan

“Atatürk devrimleri elden gidiyor, ah Atam bu günleri mi görecektik”

diye ağlıyorlar, bir yandan da

“Ah Nazım, vah Nazım, sen ne büyüksün ey Nazım…”

edebiyatları yapıyorlar. Bu ne perhiz, bu ne lahana turşusudur. Atatürk Nazım’ı yakalatmadı mı,

muhakeme ettirmedi mi,

Nazım on beş sene zindanda kaldıktan sonra Sabataycı

Ahmet Emin Yalman’ın entrikalarıyla affedilmedi miydi?

Sonra Rusya’ya kaçıp

“Beni Stalin yarattı?”

demedi miydi? Atatürk’ün kemikleri sızım sızım sızlıyor…

Tarih okuyun, tarih kitapları alın. Sakın ola ki, tarih diye yalan dolan, uyduruk hikâyeler, masallar anlatan kitapları almayın. Arayın, sorun, gerçek tarihi yazan kitapları bulun.

Esaretlerin en kötüsü kültür esaretidir.

29 Ağustos 2002