Hâinler!..Alçaklar!..
Milli Gazete-Köşe Yazıları
- 03 Ocak 2019
Pazar
Birkaç dünya başkentinden biri olan Roma (İstanbul da böyleydi…), İtalya’nın 17 bin kilometrekarelik Latium bölgesinde bulunur. Burada, 4 milyona yakını Roma’da olmak üzere beş milyondan fazla insan yaşar. İstanbul’la kıyaslanacak olursa Roma’nın nüfusu ne kadar az değil mi? Peki, 1970’li yılların sonlarında sâkinlerinin sayısı 2 milyonu bile bulmayan İstanbulumuz şu anda nasıl 23 milyonluk bir canavar şehir olmuştur? İdarecilerimiz, aydınlarımız (varsa), seçkinlerimiz bu konuda ne düşünüyorlar?
“Çin’de de 20 milyon nüfuslu şehirler var…” Var ama Çin’in yekûn nüfusu bir milyar 300 milyon… Anormal olan, 73 milyonluk Türkiye’de İstanbul’un bu kadar büyümesi, azmanlaşmasıdır.
İstanbul’u kimler bu hale getirdi? Birinci suçlu: Kötü politikacılar… Memleketi iyi idare edemediler. İkinci suçlu: Gözleri para ve menfaat hırsıyla dönmüş rantçılar. İstanbul’un bu kadar büyümesinin yekun rantı doların trilyonuyla ölçülür. Birileri dağları taşları, vâdileri, bataklıkları, tarlaları, velhasıl her yeri yerleşime açtı ve korkunç paralar kazandılar. Üçüncü suçlu: Türkiye’nin bazı bölgelerini Türkten ve Müslümandan arındırıp, ileride Ermeni, Rum vs nüfus ithaline yol açmak isteyen dış güçler ve içteki yardakçıları. Dördüncü suçlu: Bizde bol sayıda bulunan beyinsizler.
İstanbul’u anlamak için şehri helikopterle gezmek gerekir. Otomobille yapılacak geziler facianın boyutunu sergileyemez. Çok yüksekten uçan uçaklarla da iyi görülmez rezalet. Daha bitmedi… Birtakım çeteler, mafyalar Kocaeli yarımadasının Şile ile Gebze arasındaki batı kısmını da en kısa zamanda yapılaşmaya, yerleşime açmak istiyor. Bu konuda yirmi-yirmibeş kişilik çete toplantıları yapılmaya bile başlandı. Birileri harıl harıl tarla, toprak satın alıyor. Şu anda fiyatlar çok düşük. Yapılaşma başlayınca bir verdiklerinden bin kazanacaklar. Kudurmuş gibiler… Para para para… Dolar Dolar Dolar… Euro Euro Euro… Türkiye’nin baş düşmanları… Vatan hainleri… Henâzir-i muhtereme… Geberesiceler.
1950’li 60’lı yıllar… Yeşilköy havaalanına gidersiniz, kapılardan serbestçe ve rahatça geçersiniz, biletinizi okeyletirsiniz ve zamanı gelince, bekleyen uçağa, otobüse veya tramvaya biner gibi binersiniz. Bu güvenliğin ve rahatlığın yanında harika bir hizmet de var. Öyle sulu zırtlak bir çay veya kahvenin yanında küçük bir kek değil, size mükellef bir yemek sunulurdu.
Ankara’ya yataklı vagonda paşalar gibi gidebilirdiniz. Bu vagonları uluslararası Cook şirketi işletirdi. Kompartımanlar küçüktü ama şık mı şık, lüks mü lükstü. Keten çarşaflı battaniyeler, temizlik, kalite… Lokanta vagondaki yemekler harikaydı.
Büyük şehirlerde güvenlik ve asayiş berkemâldi. Geceleri bekçi babaların düdükleri işitilirdi. Aralık aralık düdük çalarlar, “buralarda durum normaldir, bir vukuat yoktur, herşey yolundadır…” Kırk yılın birinde bir vukuat olursa, tiz, çabuk, kısa düdük sesleri duyulurdu.
Günümüzde medeniyet çok ilerledi. Hele eskisi gibi sokaklara kahverengi üniformalı bekçiler konulsun, sabaha adamcağızları sağlam ve canlı bulamazsınız.
1950’li yıllar… Çankaya’dan Kızılay’a inen bulvarda saçları taralı, çok güzel giyimli kibar bir bey, yanında iki arkadaşı ile konuşa konuşa yürüyor. Ülkenin başbakanı, yanında bir bakan, bir de meb’us (milletvekili) olduğu halde rahatça yürüyor. Yanlarından geçenler belli belirsiz selam verip tebessüm ediyor…
1950’li 60’lı yıllar… Karaköy’den Kadıköy’üne sefer yapan, Denizcilik İşletmesine ait Suvat yolcu vapurundasınız. Birinci mevkide oturuyorsunuz. Sağınıza solunuza etrafınıza bakınıyorsunuz; gemi bir şıklık, kibarlık meşheri… Beyefendiler, hanımefendiler, küçük beyler, küçük hanımlar, büyük hanımlar… Kabalar, farfaracılar, andavallılar, yontulmamışlar o kadar az ki, çoğunluğu rahatsız ve tedirgin etmiyor. Vapur hareket edinceye kadar iki gözü görmez ama Rum gazete müvezzii (dağıtıcısı) gazetelerin isimlerini sayıyor Hürriyet, Cumhuriyet, Yeni Sabah… To Vima, Apoyevmatini, Embros… Jamanak, Marmara… Brezilya’dan gelen Portekizce (Türkçe tercüme özeti içinde) Mani di Fata, Paris Match, Séléction dergileri Kadıköy iskelesinde adam boyu desteler halinde ve kapış kapış satılıyor.. Daha kibarlar, Lüks Mevkiye geçiyor, masaların kenarlarındaki koltuklarda oturuyor. Eskiden Lüks Mevki yerine “Mevki-i Mahsus” denirmiş.
Üstad Necip Fazıl bir gün şöyle anlatmıştı: Feneryolu’ndaki bahçe içindeki beyaz köşkte oturuyormuş. Para sıkıntısına duçar olmuş. Karşıya geçecek Bâbıâli’den, Cağaloğlu’ndan tanıdıklarından telif ücreti alacak. Lakin yol parası bile yok. Bütün ceplerini araştırmış, cekmecelere bakmış, beş kuruş, on kuruş, yirmibeş kuruşlar bir araya getirilmiş. Kadıköy’e kadar dolmuş parası, sonra vapur bileti parası çıkışmış… Üstad mânidar bir tebessümle: Dolmuş ve vapur biletinin parasını buldum ama lüks mevki farkını verecek parayı bulamadımdı… Haydi yeniden bütün cepleri, bütün cekmeceleri, kıyıyı köşeyi yeniden araştırdık ve onu da bulduk… Doğru sokağa fırladım… Karşıya geçtikten sonra Bâbıâli Cağaloğlu tarafına yürümek mesele değildi…
Ben o günlere yetişemedim… Beylerbeyi’nden köprüye doğru giden vapurlar o semtin iskelesinden bir türlü vaktinde kalkamazmış. Kaptan düdük çalar acele edin dermiş. Sebebi mi? Beylerbeyi halkı çok nazik, çok kibarmış… Bekleme salonunun kapısı açılmış ama yolcu akışında bir sıkışıklık var. “Beyefendi buyurun önce siz geçin… Yoooo kat’iyyen olmaz, teeddüp ederim (utanırım) önce zat-ı âliniz buyurunuz…” denirmiş.
Yıl 2007