Salı

Medenî ülkelerde adalet kurumu bir tür kutsallığa sahiptir. Adliye, mahkemeler, hakimler bağımsızdır. Kimse onlara talimat veremez, “Şöyle yapacaksın, böyle karar vereceksin, şunu susturacaksın, bunu hizaya getireceksin” şeklinde telkinatta bulunamaz.

Tarihini iyi bilmiyorum. Biri telefonu açmış, değerli ve şerefli bir hakime, bir kimseyi mahkum etmesi, bir davayı istenilen şekilde neticelendirme hususunda emir ve talimat vermeye kalkmış. Hakim sert bir şekilde:

– Mahkemelere ve hakimlere, verecekleri hükümler konusunda talimat verilemez, onlara baskı yapılamaz… demiş ve telefonu talimatçının suratına kapatmış. Aferin, bravo!.. Hakim dediğin böyle olmalı.

Adalet teşkilatı, mahkemeler, hakimler millet, ülke ve devlet olarak Türkiye’nin hizmetindedir. Adalet ve hukuk neyi gerektiriyorsa, hiçbir tesir altında kalmadan, vicdanlarının sesini dinleyerek o yönde karar verirler.

Sultan Abdülhamid zamanında hürriyet yoktu ama adalet vardı. Başkâtip Tahsin Paşa hatıralarında şu mealde yazar:

Hünkâr tâyin edilecek en küçük memurların bile üçer aday olarak kendisine sunulmasını ister ve onlardan birini tayin ederdi. Sadece hakimler konusunda böyle yapmazdı. Adliye Nezareti’nden kendisine gönderilen listeleri aynen tasdik edip imzalardı.

Türk adliyesi Türk devletinin adliyesidir, Türk milletinin adliyesidir. Şu veya bu lobinin, şu veya bu ideolojinin, şu veya bu egemen azınlığın adliyesi değildir.

Bu devlete, bu millete, bu ülkeye yapılacak en büyük hıyanet ve kötülük adliyenin bağımsızlığına gölge düşürecek işler yapmaktır.

Türk adliyesi, bağımsız bir teşkilat olduğunu, kodaman bir Sabataycı tutuklayıp hapse atmakla göstermiştir. Bu ülke hiçbir zümrenin tekelistanı değildir. Mason suç işlerse o da tutuklanmalıdır. Sabataycı suç işlerse o da kanunlara göre mahkeme edilebilmelidir. Adalet huzurunda dindar vatandaş ile militan Atatürkçü vatandaş arasında hiçbir ayırım yapılmamalıdır.

Osmanlılar zamanında Kıbrıs’ta Müslümanlarla Rum reaya arasında zuhur eden münazaalarda (ihtilaflarda) kadılar dörtte üç dâvada Rumların lehine hüküm vermişlerdir. Bunu bana Kıbrıs şer’iye sicillerini inceleyen bir zat yıllar önce söylemişti. Adalet konusunda din, millet farkı itibar görmez. Kanunlara göre kim haklı ise hüküm onun lehinde olur.

Hazret-i Ali, halifeliği zamanında Kadı Şureyh huzurunda, bir alacak meselesi dolayısıyla bir Yahudi ile birlikte mahkeme edilmiş. Kadı iki tarafı karşısına almış, duruşma esnasında Hazret-i Ali’ye “Emîrü’l-mü’minîn” diye hitab etmiş. Hüküm Yahudinin lehine çıkmış, Halife mahkum olmuş. Ancak dava bittikten sonra Hazret-i Ali Kadı’ya “Mahkemede bana emîrü’l-mü’minîn demeniz doğru değildir. Ali bin Ebû Talib diye hitap etmeniz gerekirdi” demiş.

Bugün dünyanın hiçbir medenî, ileri, demokratik, hukukun üstünlüğünü kabul eden ülkesinde mahkemelere açık veya sinsi baskı yapılmaz, hakimlere talimat verilmez. Böyle bir şeye teşebbüs eden politikacıların, kodamanların durumu parlak olmaz. Medya, kamuoyu, millî vicdan onlara haddini bildirir.

Medenî bir ülkede, verdiği kararlardan dolayı hiçbir hakim sürülmez, baskıya maruz kalmaz.

Âdil hakimler, kendi şahsî ve vicdanî inanç ve kanaatlerine zıt inanç ve kanaatlere sahip sanıklara asla yan gözle bakmazlar. Adalet, hukuk, kanun neyi gerektiriyorsa o yönde karar verirler.

Adliye teşkilatı ve hukuk; yönetim sisteminin, düzenin, siyasî iktidarın, güçlü lobilerin emrinde ve hizmetinde değildir.

Bundan otuz beş sene kadar önce bir savcı beni çağırtmış ve:

– Yahova Şahitleri davasında sizi bilirkişi olarak gösterdim. Onları mahkum edecek şekilde konuşmanızı bekleriz… demişti.

Ses çıkartmamıştım. Mahkeme günü geldiğinde mealen şöyle konuşmuştum:

– Yahova Şahitleri dini Amerika Birleşik Devletleri’nde zuhur etmiştir. O ülkede tam bir din, inanç, inandığı gibi yaşamak hürriyeti vardır. Amerikan Yüksek Mahkemesi, bayrağa ve millî marşa karşı saygı göstermeyen Yahova Şahitleri için “Madem ki, öyle inanıyorlar, saygı göstermek zorunda değildirler” şeklinde karar vermiştir… Bu beyanlarım karşısında muhakeme edilen Yahova Şahitleri beraat etmişlerdi.

Türk adaletinin şerefli savcı ve hakimlerine güvenimiz tamdır. Onlar asla talimat almazlar, böyle bir şeyi reddederler.

Son bir yıl içinde hepsi de 312’nci maddeden olmak üzere aleyhimde Devlet Güvenlik Mahkemesi’nde beş dava açıldı. Bunların birinden birinci celsede beraat ettim. İkinci dava, üç celsede yine beraatle sonuçlandı. Üçüncü davada yirmi ay hapse mahkum oldum, bu ceza ertelendi. Kalan iki dava devam ediyor.

Yirmi aylık hapis cezamın ertelenmesi sebebi olarak mahkeme “Duruşmalar esnasında sanığın mahkeme heyetine karşı saygılı olması”nı gösterdi. Benim kırk yılı geçen bir sanıklık hayatım vardır. Çok şükür yüz kızartıcı konularda muhakeme edilmiş değilim. Fikirlerim, inançlarım, görüşlerim, tenkitlerim yüzünden yargılandım hep. Mahkemelerde şov yapmayı sevmem. Hakimlere karşı saygılı davranırım. Ahlâk, terbiye, mantık, akıl da böyle yapılmasını emir ve tavsiye eder. Aklı başında olan avukatları tenzih ederim ama bazı avukatlar mahkemelerde lüzumsuz yere şov ve gösteri yapıyor, hakimlerle tartışıyor, havayı elektriklendiriyor. Bu son derece yanlış bir tutumdur.

Ülkemizde halkın adalet müessesesine olan güvenini sarsıcı olumsuz ve yanlış şeyler oluyor ama bunlar ârızîdir. Esas olan adaletin ve mahkemelerin bağımsızlığıdır. Şerefli hakimlerimiz hiçbir baskıyı ve talimatı kabul etmez. Onlara güvenmeliyiz.

Medenî bir ülkede aydınlar, entelektüeller, vatandaşlar inançları, görüşleri, dinî eylemleri, siyasî tercihleri yüzünden suçlanmazlar, muhakeme edilmezler, hapislere atılmazlar. Gerçek demokrasi ve adalet bunlara izin vermez.

Âdil hukukun üzerinde hiçbir kuvvet yoktur. Devlet hukuka boyun eğmeye mecburdur.

Resmî ideoloji hukukun ve adaletin üzerindeyse o ülke hasta demektir.

Türkiye devleti bizim devletimizdir. Bu vatan bizimdir, bu millet bizimdir. Bu ülkenin adaleti bizim adaletimizdir. Bu değerleri, bu müesseseleri koruyalım, yüceltmek için çalışalım. 05 Aralık 2001