Aristokrat menşeli olsun veya olmasın bazı kişilerin ve ailelerin siyasî tarihimizde ağırlıkları vardır. Osmanlı devletinin kuruluş devrinde Çandarlı âilesi gibi. Zamanımızda da İnönü isminin ağırlığı var. Babadan oğula geçen bir güçtür bu isim. Menderes âilesi de öyle. Süleyman beyi kaç defa alaşağı ettiler, o yine doğruldu, başa geçti. Özal’lar da haneden oldular. Ama onların bir kısmı siyasetten çok başka sahalarda faaliyet göstermeği tercih etti. 19’uncu asırda, 1’inci Napolyon’un yeğeni Prens Louis Napolyon, çeşitli maceralardan sonra önce cumhurbaşkanı oldu, sonra bir referandum neticesinde imparatorluğunu ilân etti, 3’üncü Napolyon oldu.

Birinci Cumhurbaşkanı Mustafa Kemâl ölünce, saltanat taraftarları Mısır’da yaşayan şehzâde Ömer Faruk Efendi’yi tahta çıkarmak için teşebbüse geçmişlerdi. Ömer Faruk Efendi, son Halife Abdülmecid hazretlerinin oğluydu ve o tarihte babası Paris’te yaşıyordu (1944’te vefat etmiş, tahnit edilen cenazesi bir müddet Paris Camii’nde bekletilmiş, Demokrat Parti iktidarı sırasında Türkiye’de gömülmesi için müracaat edilmiş, Celâl Bayar’ın muhalefeti yüzünden bu istek kabul edilmeyince, Suudî rejiminin müsaadesiyle Medine-i Münevverede Baki kabristan’ında toprağa verilmiştir.)

Yine İkinci Dünya Savaşı sıralarında, Almanlar bazı sultanzâdelerle temas kurarak Türkiye’de Osmanlı saltanatının ve İslâm hilâfetinin ihyâsı için zemin yoklamışlardır.

Sırası gelmişken, şehzâde Ömer Faruk Efendi’nin, son padişah Sultan 6’ncı Mehmed Vahidüddin Han’ın kızı Sabiha Sultan ile evli olduğunu kaydedeyim. Mustafa Kemâl Paşa, Sultan Vahidüddin’in yâveriydi, Sabiha Sultan’ı Padişahtan istemişse de bu evlilik gerçekleşmemiştir. Şayet Mustafa Kemâl Sabiha Sultan ile evlenmiş olsaydı, hanecana damat olacak, yaverlikten başka bir de “Damad-ı Şehriyârî” unvanını kazanacaktı. Acaba bu nikâh kuvveden fiile çıksaydı, tarihin seyri değişir miydi? Kimbilir…

Osmanlı hanedanı mensupları, çıkarılan kanunlarla tekrar yurda döndüler. Şimdi birer sıradan vatandaş olarak yaşıyorlar. Acaba içlerinden biri siyasete atılsa ne olur? İster misiniz, ileride bir Osmanoğlu soyadlı cumhurbaşkanı olsun. Muhyiddin Arabi, Şeceretü’n-Numaniyye adlı eserinde bir takım kehânetlerde bulunuyor. Sadrüddin Konevî’nin bu esere yazdığı şerhte büsbütün acib bilgiler var. El-ilmü indallah.

Biliyorum, bu satırları okuyan bazıları meraklanacaklar, acaba bu kitaplarda neler yazıyor diyecekler. Bana sormasınlar. Çünkü ben bundan fazla yazamam. Gitsinler kütüphânelere kendileri okusunlar.

KISA KISA

  • And markalı bir gazoz imal edilse de herkes bol bol and içse.
  • Kadınlarla el sıkışmayanlar atılacakmış. Su ile taharetlenenlere de ceza verirler mi acaba?
  • Adamın arkasından bağırdılar “Hey beyefendi bir şey düşürdünüz!” diye. Geri döndü, yerde düşürdüğünü buldu. Meğerse tansiyonu düşmüş.
  • Bildiği diller İngilizce, Fransızca… denildiğine bakmayın. Birçoğunun bilgisi good by, thank you, please do not kiss me, gibi birkaç klişeleşmiş laflardan ibarettir.
  • O kadına bayan mı, madam mı demekte tereddüt ediyorum. Ama asla hanım demem.
  • Üniversite tahsili olmayanı yedeksubay yapmıyorlar ama bakan yapıyorlar. Demek ki, yedeksubaylık bakanlıktan daha önemli.
  • Beşyüz milyonluk lüks bir araba kullanan bir öküz gördünüz mü? Ben gördüm. Kırmızı ışıkta geçiyor, yayaların arasına kudurmuş gibi dalıyordu.
  • 14’üncü Louis Versailles Sarayı’nda ölüm döşeğindedir. Yatağının etrafı, bütün oda, odanın dışındaki salon saray halkıyla, nedimlerle, etrafla doludur. Birden bütün bu güruh büyük bir gürültüyle veliahd dairesine doğru koşmağa başlarlar. Parkeler üzerinde çıkan koşuşma sesi gök gürültüsü gibidir. Kral ölmüştür, yenisinin tebrikine koşulmaktadır.
  • Bildiğime göre sığırlar et yemez ot yerler. Şimdi herşey değişti, etobur sığırlar yetişti.
  • Dil Kurumu televizyona yerli isim bulmadıysa bazı tekliflerim var: Deccal kutusu, oyalangaç, bakdur.
  • Tartışmalı ve tartaklaşmalı bir futbol maçı esnasında canlı yayın yapılırken televizyondan galiz küfürler duyulmuş. Bazıları buna şaşmış. Asıl bu şaşanlara şaşılır. Televizyon bu, başka ne olacak!
  • Bütün, parçaya sığar mı? Aslında sığmaz ama bazı mutaassıplar buna yelteniyorlar. Ümmeti, cemaata sokmağa uğraşıyorlar.
  • Kibar bir dolandırıcı ağır şekilde itham ediliyor. İyi anlayamadım: Çaldığı için mi, az çaldığı için mi?

BALKAN SAVAŞI

Artık Yugoslavya diye bir devlet yoktur. Son olarak Makedonya da istiklâlini ilân etmiştir. Şimdi Sırbistan emperyalizmi ile karşı karşıyayız. Çeşitli saldırılar düzenleyerek komşu cumhuriyetlerden mümkün olduğu kadar toprak alacak ve Büyük Sırbistan hayalini gerçekleştirmeye çalışacaktır. Birinci Dünya Savaşı sonunda Avusturya-Macaristan, Osmanlı ve Çarlık Rusya imparatorlukları iye veya kötü birer pax-barış kurmuşlardı. Onların yerine gelen düzen devamlı olmadı. Ortadoğu kaynıyor, Sovyet İmparatorluğu çöktü, Yugoslavya parçalandı, istikbal karanlık. Aslında Yugoslavya, bir bakıma eski Osmanlı sistemini devam ettiren bir birlikti. Ama arada çok büyük bir farklılık vardı. Osmanlı İslâm üzerine dayanıyordu, Yugoslavya ise (1945’ten sonra) marksizmi resmî ideoloji olarak benimsemişti. Osmanlılar Balkanlarda beş asra yakın kaldılar. Bu, İslâm barışı ile mümkün olmuştu. Marksizm ideolojisine (veya bâtal dinine) dayalı güney Slavları federasyonu ise, gördüğünüz gibi 45 sene içinde iflâs edip kendi kendine parçalanmıştır, işte İslâm’ın gücü, işte marksizmin ve diğer beşerî sistemlerin güçsüzlüğü ve sebatsızlığı.

Bugün dünyada mevcut en şoven milliyetçi ülke Sırbistan’dır. Bundan bir-kaç yıl önce Kosova Savaşı yıldönümünde, tam bir milyon Sırplı o savaşın cereyan etmiş olduğu yerde toplanarak yaslı bir tören tertiplemişlerdi. Sırplar Türk ve Müslüman düşmanlığında belki de dünya birincisi olabilirler. Balkanlardaki Müslümanları zor günler beklemektedir. Türkiye’nin bu kardeşlerimize yardım etmesi gerekmektedir. (Açık ve gizli birtakım yardım ve desteklerin yapılmaya başlandığını, oraya birtakım heyetlerin gönderildiğini memnuniyetle duymaktayım.) Batı dünyasının en büyük korkusu, diğer yerlerde olduğu gibi Bosna Hersek’te, Arnavutluk’ta İslâmî rejimler kurulmasıdır. Türkiye’yi ve laikliği bir emniyet süpabı olarak görmekte ve bu yüzden desteklemektedirler. Ayrıca, devletleşen Almanya’nın ve eski imparatorluğunun nostaljisini içinde atamamış olan Avusturya’nın da Balkanlar’da (hiç olmazsa iktisat, kültür ve tesir sahası noktalarından) gözü vardır. Yakın bir gelecekte yeni bir Balkan Savaşı kaçınılmaz olacaktır.

Geçen yıl Paris-Match dergisinde Tuna Nehri ile ilgili bir seri yazı yayımlanmıştı. Son cümlesi şöyleydi: “Kim ne derse desin, İslâmiyet omzuna namaz seccadesini almış, Tuna kıyılarından Avrupa içlerine doğru ilerlemektedir. “Evet Balkanlan’da hâlâ milyonlarca Müslüman yaşamaktadır. Yakın ve Ortadoğu için din her şeyin esasıdır. Ümit ediyoruz ki, Balkanlar üzerine Allah’ın güneşi eskisinden daha parlak olarak doğacaktır. Şimdi Türkiye’de yaşayan bütün Hırvat, Makedon, Boşnak, Arnavut, Müslüman kardeşlerimiz sabırla Yugoslavya’daki kardeşlerine yardım ellerini uzatsınlar, Onlar için birşeyler yapsınlar. Türkiye’deki bütün mü’minler elbette oradaki kardeşlerimizden yanadır. Benim çağrım, din kardeşliğinden başka, akrabalık bağları yönündendir. Sıkıntı içindeki Balkan Müslümanlarına bütün insanî ve İslâmî yardımlar yapılmalıdır. Rumeli asıllı vatandaşlarımız becerikli, başarılı, işbitirir kimselerdir.

23.11.1991