Pazartesi

 

Daha 11 Eylül olayları yaşanmamıştı. Bütün dünya ekonomik krizle boğuşuyor, hemen her ülke yeşil dolarların kendi üzerlerinde kurduğu saltanatı nasıl alt edeceklerinin yollarını arıyordu.

Türkiye meşhur Şubat krizini yaşamış, onun etkilerini en derinlerinde hissediyordu.

 

Refahyol’un DYP kanadını çökerterek Meclis çoğunluğunu düşüren güçler onun yerine kurdurttukları hükümetlere istedikleri her şeyi yaptırmış olmanın keyfini sürüyorlardı.

İşte tam bu dönemde tıpkı Duyun-u Umumiye döneminde olduğu gibi Dünya Bankası’ndan görevlendiren bir teknokrat Türkiye ekonomisinin başına oturtuldu.

Tuhaftır, bu teknokrat kanalıyla IMF’nin istediği son yasalar da çok kısa bir süre içerisinde Meclis’ten tıkır tıkır geçirildi.

Tarih 2001 Mayıs ayının ilk yarısı. ABD Hazine Bakanı Paul O’Neill çok önemli ve çok açık bir ifşaatta bulunuyor: “Mali desteğin koşulu olarak, Türkiye’yi birçok kararı almaya zorladık. Eğer son haftalarda gazeteleri okuyorsanız, Türkiye’nin artık, eskiden pekçok kişinin imkansız sayacağı türden şeyler yapmaya başladığını görürsünüz.”

Bu açıklamalardan sonra bir çoğumuz Türkiye’de iç piyasaların dalgalanmasına, açlık ve sefaletin artmasına, inançlar üzerindeki baskıların yoğunlaşmasına dikkat etti. Ama çok azımızın dışında hiç kimse Milli Görüş camiasında nelerin olup bittiğini izlemeyi akıl etmedi.

Biz tam bu tarihlerde bir dost meclisinde arkadaşlarımızdan birinin, ABD elçisiyle görüştüklerini ve yeni partiyi kurduklarını söylediğine şahit olduğumuzda Hazine Bakanı’nın sözlerinin ekonomideki çöküşten çok daha önemli ögeler içerdiğini farketmeye başladık. Ve ilk kez, RP’nin kapatılmasından sonra Milli Görüş cephesinde görülen direncin FP’nin kapatılmasından sonra görülmeyişi bize anlamlı geldi.

Demek ki, ABD Hazine Bakanı bu önemli ifşaatıyla sadece Duyun-u Umumiye idaresine geçişimizi ve o idarenin baskılarıyla çıkartılan IMF yasalarını anlatmıyordu. Sayın Bakan bundan çok daha önemli olan, Türkiye’mizin coğrafyasındaki yerini yeniden belirleyecek siyasal gelişmelere atıfta bulunuyormuş.

Nitekim, 1998’den sonra Anayasada yapılan değişikliklerle siyasi parti kapatmalar asgari seviyeye indirilmiş olmasına ve hemen hiç kimsenin FP’nin kapatılmasını imkân dahilinde görmemesine rağmen Haziran 2001 tarihinde (Hazine Bakanı’nın açıklamasından bir ay sonra) bu partinin kapatılışına şahit olduk. Bunu takip eden süreç, bize, Milli Görüş kadrolarından seçilerek Meclis’e ya da belediyelere gelen bir çok ismin neden yeni kurulan Saadet Partisi’ne (Kuruluş Temmuz 2001) geçmeyip bağımsız kalmayı yeğlediklerini yaşayarak öğretti.

Görüşmelerin sadece yurtdışında değil, Türkiye içerisinde de elçilik seviyesinde yürütüldüğünü bilenler bu insanların neden bağımsız kalmayı yeğlediklerini anlamlandırabildiler. Ama çok sürmedi. Paul O’Neill söylediği, ” Türkiye’nin eskiden pekçok kişinin imkansız sayacağı türden şeyler yapmaya başladığını” Ağustos 2001’de AKP’nin kuruluşuyla birlikte herkes gördü.

Türkiye ekonomik anlamda çok kriz atlatmış, her kriz sonrasında çok “dayatma yasa” çıkartmıştı. Paul O’Neill “imkansız” dediği şeyler bunlar olamazdı. Fakat her türlü entrikaya rağmen Milli Görüş kalesinden kırk yıldır bir tek çivi bile sökülememişti. İşte bu kaleden bir değil bir çok çivinin sökülüşü AKP’nin kuruluşuyla birlikte gerçekleşmiş oldu. Galiba Paul O’Neill “imkansız” diye tanımladığı şey buydu.

3 Kasım 2002’ye yaklaşılırken gerçek Milli Görüşçüler AKP’ye bir heves uğruna gittiler. Gidenlerin büyük bir kesimine göre insanların siyasi ikbal için böylesine dönmeleri, bu kadar değişmeleri mümkün olamazdı. AKP her şeye rağmen denenmeye değerdi. Bu düşünce Milli Görüş oylarının bu partiye akmasına yol açtı.

3 Kasım 2002’den bugüne yaşadıklarımız ise dönmenin, değişmenin bütün boyutlarını çok net bir fotoğraf olarak önümüze koydu.

Bu dönemde Türkiye tarihinde olmadığı kadar siyonist lobilerin etkisine açık hale getirildi. İş, Arafat’a yönelik “Terörü durdurun” çağrılarından, Şaron’a ulaştırılan başsağlığı mesajlarına kadar çığırından çıkartıldı.

Şimdi ABD’nin öncülük yaptığı “ılımlı müslüman” tipi oluşturma projesini hayata geçirmeye çalışıyorlar. Üstelik Sayın Dışişleri Bakanımızın, İKÖ Dışişleri Bakanlarının Tahran’da düzenlenen toplantısında yaptığı çıkışla anlıyoruz ki, bunu sadece Türkiye’de değil, bütün İslâm coğrafyasında yapmak istiyorlar.

Yeryüzünün müslümanların da yaşayacağı kadar geniş olduğuna, bütün insanlığın kardeşce bir düzen kurabileceğine inanan Milli Görüş’le ilişkilerini kestiklerini deklare etmek için kullandıkları “Biz Milli Görüş gömleğini çıkarttık” sözleri anlaşılıyor ki her hangi bir takiyyenin icabı değildir. Zira devam eden günlerde bu sözleri, “Milli Görüşçü olduğum dönemden utanıyorum” açıklamalarının takip ettiğine şahit olduk.

Şimdi yeni bir dönem başlayacak. Nasip olursa Türkiye 4 ay sonra önemli bir seçim gerçekleştirecek.

 

AKP iktidarının merkezi yönetimde Milli Görüş gömleğini gerçekten çıkarttığını hep birlikte izliyoruz. İktidarda bulunanların tamamının Milli Görüş tecrübesi olduğu halde, Türkiye’de yönetimin bir avuç azınlıktan alınıp gerçek millete teslim edilmediğini üzülerek görüyoruz.

Milletin inançları üzerindeki koyu baskı olduğu gibi devam ediyor. Öyleki, müslüman Türk milleti, “Kamusal alan” aldatmacasıyla yaşadığıı baskının acılarını, başlarında kipaları ve bir kucak sakallarıyla hiçbir kamusal alan tanımadan girip çıkan siyonist ZAKA’ları gördükçe daha fazla hissediyor.

 

Ortadoğu’da laikliğe örnek gösterilen İsrail’in Başbakanı, bizim sınırlarımız içerisinde cereyan eden, bizim insanlarımızı katleden terörden bile ırkî bir rant elde etme sevdasıyla “Bütün yahudileri İsrail’e çağırıyorum. En iyi yahudice yaşayabileceğiniz yer burası” deme cesaretini gösterirken müslüman Türkiye’yi yönetenler müslüman bir ahalinin en iyi yaşayabileceği yerin bizim topraklarımız olduğunu gösterecek hiçbir şey yapmıyorlar.

Demokrasinin hiçe sayıldığı bir dönemde kapatılan İmam Hatip okullarının orta bölümü yine kapalı. Kur’ân Kursları yine harabe halinde öğrencisiz bekliyor. Başörtülü bir hanım yine hiçbir yere sokulmuyor. Öyle ise Ecevit ya da aynı zihniyette bir başkasının bu ülkeyi yönetmesiyle şimdikilerin yönetmesinin farkı ne?

AKP iktidarı gerçekten insan haklarına yönelik ihlaller ve ağır baskılar konusunda hiçbir iyileşme yapmadı, yapamadı.

Kaldıki Türkiye’de hak ihlallerini önlemek için yeterli mevzuat var. Sadece buna yönelik bir irade bütün problemleri çözmeye yeterli. İktidardakiler kendileriyle alakalı bir çok konuda anayasa değişikliği yapıp, yasa çıkartacak sayısal çoğunluklarının olduğunu gösterdiler.. Ama sıra milletin meselesini halletmeye gelince ipe un serecek binlerce mazeret bulunabiliyor.

Milli görüş kadrolarından kopan bu insanlar maalesef “değiştik” ya da “döndük” sözlerini sadece siyasi noktalarda ispat etmekle kalmadılar; ekonomide gerçekleştirdikleri uygulamalarla da gerçekten dönüp değiştiklerini, Milli Görüş’le hiçbir benzerliklerinin kalmadığını gösterdiler.

Bu millet 1996-97 yıllarında Milli Görüş iktidarının ne demek olduğunu yakından gördü. Bugünle o günü karşılaştıranlar Türkiye’nin Refahyol’dan sonra yeniden çökertildiğini açıkça göreceklerdir.

Tekelleştirilmiş bir medya grubunun çizdiği pembe tablonun dışında ekonomiye bakan herkes Türkiye’nin yaşadığı sefaleti açıkca görüyor. Bütün ekonomik göstergeler Türkiye’nin 2004 yılının 2003’ten daha da kötü geçeceğini gösteriyor. Maalesef bu iktidar da diğer emsalleri gibi borcu borçla kapatmaktan başka bir yol bulamamıştır. Geçtiğimiz bir yıllık süre içerisinde yeni borçlarla, yeni vergilerle toparlanabilmiş ne varsa bunun tamamı faiz olarak rantiyeye aktarılmıştır.

Buna karşılık gerek çalışanlar, gerekse emekliler yıllık yüzde on- onbeş gibi komik bir ücret artışıyla yüzüstü bırakılmıştır.

AKP’ye rey verenlerin kendi vicdanlarını rahatlatmak için söyleyebildikleri tek şey “Hazine boş olunca bunlar ne yapsın” sözünden ibarettir. Ama geçmişte yaşadığımız Erbakan hükümeti işte bu tür mazeretlerin tamamını ortadan kaldırmaktadır.. Herkes çok iyi biliyorki o zaman da Türkiye talan edilmiş, hazine çökertilmişti. Ama Erbakan bir kuruş borçlanmadan, hiçbir üretime zam yapmadan, vergileri tek kuruş artırmadan uygulamaya koyduğu kaynak paketleriyle Türkiye’nin ekonomisini şaha kaldırmayı başarmıştı. Bunu ispat etmeye gerek yok; elini vicdanına koyup konuşan emekli ve çalışan, bugün bile, “Allah, Erbakan’dan razı olsun. Eğer bu şartlarda hâlâ soframıza ekmek koyabiliyorsak bu O’nun sayesinde” demektedir.

Son söz olarak deriz ki;

3 Kasım seçimlerinde AKP’ye verilen oyların önemli bir bölümü bu partiyi kuranların içerisinden çıkıp geldikleri zihniyetten dolayı verilmiştir. Erbakan’ın başının dertte olduğunu gören seçmen tek çıkar yolun Milli Görüş olduğunun bilincinde olarak AKP’ye yönelip oy vermiştir. Oysa geçtiğimiz bir yıllık süre bu partinin gerçekten Milli Görüş gömleğini çıkarttığını ispatlamıştır.. Milli Görüş gömleğini çıkartmak demek sıradan bir şey değildir. Bu, “Biz artık milletin yanında olmaktan vazgeçtik” demektir.

Önümüzde büyük yerel seçimler beklemektedir. Hatadan dönmenin fazilet olduğuna inananlar 3 Kasım’da yaptıkları hatanın telafisi için yeniden yuvalarına, gerçek yerlerine dönmelidirler.

Ya elbirliğiyle Milli Görüş’ü yeniden iktidara getirip milletimizin kurtuluşunu sağlayacağız, ya da yeni bitirdiğimiz Ramazan ayında izlediğimiz gibi bir dilim bedeva ekmek almak için ezilen insanların acısını büyüterek zillet içerisinde yaşamımızı sürdüreceğiz.. 25 Kasım 2003