Hatıralar
Milli Gazete-Köşe Yazıları
- 06 Ocak 2019
Pazar
Yıl 1965 veya 66 olabilir. O tarihte Cağaloğlu Şerefefendi sokağında ahşap bir binanın üst katında haftalık
çıkartıyordum. Bir ara merhum Üstad
‘nun makalelerini de neşretmiştik. Günlerden bir gün, Üstad ziyaretime geldi. Küçücük bir bürom vardı, oraya girdi. Tam oturacaktı ki, masanın üzerindeki bir gazeteyi gördü ve irkildi. Bu gazetenin ismini vermeyeceğim, halen yayınlanan mâlum ve mâhut, ilerici bir gazetedir. Birinci sayfasında vücudunun her yeri görülen şehvetli bir kadın resmi bulunuyordu. Nizamettin Nazif Bey, resimden rahatsız olmuştu. Şu hususu da kaydedeyim, kendisi dindar bir kimse değildi, rakı içerdi, hovardalığı da vardı. Tam rakamı hatırlamıyorum ama on dört veya on beş kere evlenmişti. Lakin mâlum ve mâhut gazedeki resme karşı şiddetli bir tepki gösterdi. Bana:
– Evlât sana birşey anlatacağım, benim gençliğimde Beyoğlu’nda Ağa Camii sokağında Madam Atina’nın bir günah evi vardı. Oradaki sermaye kızlardan birinin elinde böyle bir gazete görse
diyerek sermayeyi kovardı, dedi.
İkinci anlatacağım vak’a yine Nizamettin Bey’le ilgilidir: 1960’tan sonra meşhur olan biri vardı. İhtilalci mi ihtilâlci bir zattı, astığı astık, kestiği kestikti. Bu kişi Kayseri’de vazife görürken, makam arabasıyla bir caminin önünden geçiyormuş; cenazeden mi geliyorlarmış neymiş, başları sarıklı iki imam görmüş. Arabasını durdurtmuş, hocaları çağırtmış, bağırmış çağırmış, hayli hakaret etmiş, sarıklarını çözdürmüş, boyunlarına dolatmış… O tarihlerde
dediğimiz din düşmanı bir gazete vardı. O gazete de bu hadiseyi allandırmış pullandırmış. F.G.’nin gericilere verdiği ders diye yazmış.
Bu hadisenin Nizamettin Nazif Bey’le ne alâkası var? Onu da anlatayım. Nizamettin Bey bir ikindi vakti evine gelmiş, karısına rakı sofrasını hazırlamasını söylemiş, sofra hazırlanmış, Üstad soyunmuş dökünmüş, ev kıyafetini giyinmiş, anlattığım haberi yayınlayan gazeteyi açmış, yukarıda anlattıklarımı okuyunca tepesi atmış, bir fena olmuş, karısına
demiş.
Bakınız, dindar olmayan, hovardalık yapan, rakı içen bir kimse bile din ve mukaddesata yapılan saygısızlık karşısında tepki gösteriyor. Bugünün sofu geçinenlerinde, İslâmcılarında, sözde dindarlarında bu tepki var mı?
Üçüncü bir vak’a daha anlatayım: Nizamettin Nazif Bey gazetecilik kariyerinin bence en güzel yazılarını Yeni İstiklâl’de yazmıştır. Bir hafta Ârif Oruç’tan, onun Yarın gazetesinden, alfabe devriminden sonra basının çöküşünden ve gemlenişinden bahseden harikulade bir yazı getirmişti. Müsvettelerini bana uzattı,
dedi. Aldım, yüksek sesle okumaya başladım, orada gazetede çalışan birkaç kişi daha vardı. Okurken göz ucuyla baktım, Nizamettin Bey ağlıyordu.
İsmet Paşa iktidarına karşı şiddetli ama çok haklı bir muhalefet yapıyordu. Cumhuriyet gazetesi sahibi ve baş muharriri Yunus Nadi ile atışıyorlardı. İsmet Paşa iktidarı, basını gemleyici kanunlar çıkarttı, Ârif Oruç selameti Bulgaristan’a kaçmakta buldu. Bulgaristan o tarihte çok partili bir rejime sahipti, bir hukuk devletiydi, orada büyük bir Türk-Müslüman azınlık yaşıyordu. Türkiye’de zulme uğrayanlar, ya oraya yahut Batı Trakya’ya (Gümülcine, İskeçe) kaçıyorlardı. Ârif Bey, Yarın’ı Bulgaristan’da yayınlamaya devam etti, hem de Osmanlıca yazıyla.
Gönül arzu eder ki, Yarın’ın Bulgaristan’da basılmış nüshaları ofset usulüyle aynen yayınlansın. Şu anda tam bir koleksiyonu var mıdır, varsa nerededir, kimdedir, bilmiyorum. İki sene önce Moda’da bir sahhafta Ârif Oruç’un Bulgaristan’da bastırttığı on altı sayfalık bir broşür gördüm, 50 lira gibi büyük bir fiyat konmuş olduğu için alamadım.
Rahmetli Üstad Necip Fazıl, Büyük Doğu dergisinde bazen Ârif Oruç’un Yarın gazetesinden bahseder, ondan iktibaslar yapardı (iktibas= alıntı). Ârif Oruç’un inançları, görüşleri bir Müslüman olarak bende sempati uyandırmaz. Lakin mert adammış, cesur adammış, hak bildiği yolda yürüyen bir adammış. 1919’da mı 20’de mi Eskişehir’de, Yeni Dünya adında bir gazete çıkartmış. Başlığının altında
yazılı. Bu gazetenin sanırım dünyada üç nüshası var. Biri bizde, biri Petersburg’da, biri de bendenizde. Bendeki nüsha 1’inci nüsha… Profesör Mete Tunçay bir kitabında bu nüshayı hiçbir yerde bulup okuyamadığını yazıyor.
Daldan dala atlayarak nerelere geldik? Yakın tarihimizi bilmiyoruz; sanki uzak tarihimizi biliyor muyuz, onu da bilmiyoruz. Uyanıklar üzerlerine alınmasınlar, biz yatakta uyuyoruz, ayakta uyuyoruz…
Bazımız Türklük dedi mi, dehşetli bir edebiyat yapıyor ama…
Okuyamamışız dedim, görmemişiz demedim. Türkler o yazıtların bulunduğu yerde uzun asırlar boyunca at koşturmuşlar, koyun otlatmışlar.
– En büyük ve mufassal Osmanlı tarihini Hammer yazmış…
– En büyük Küçük Asya coğrafyasını, altı cilt olarak Fransız Cuiner telif etmiş…
– Türkiye Florasını Edinburg Üniversitesi yayınlamış.
– Türkçe asılları ve İngilizce tercümeleriyle en güzel Osmanlı divan şiiri antolojisini, altı cilt halinde İngiliz Gibb neşretmiş…
– En büyük, en güvenilir, en sahih Türk etimolojik lügatini yabancılar yazmış…
– Anadolu’daki Selçuklu, Beylikler, Osmanlı mimari eserlerini büyük bir külliyat halinde Fransız Albert Gabriel hazırlamış…
Bazılarımız ilerlemenin köprüler, barajlar, havaalanları, otoyolları, limanlar, gökdelenler… Lüks otomobiller, müzeyyen meskenler, cep telefonları, bilgisayarlar, televizyonlar ile olacağını sanıyor. Hayır! İlerleme, medeniyet; ilimle irfanla, kültürle, sanatla, incelemeyle, kitapla, kütüphaneyle, araştırıcıyla olur. Bunlar yoksa, fert başına düşen yıllık gelir kırkbin dolar da olsa yine medeni sayılmazsınız.
Biz şu anda, on binlerce okulumuza, yüzlerce üniversitemize, sayısız fakültelerimize rağmen okuma-yazma bilmez, cahil, şifahi bir toplumuz. 1928’den önce yazılmış, basılmış, kitapları, vesikaları, evrakı, okuyamayan bir topluma okur-yazar denilebilir mi?
Bizim bu halimize düşmanlarımız taaccüp ediyor, yabancılar acıyarak bakıyor. Geçen gün yazmıştım, Türkiye’den vazifeli bir grup bürokrat Yemen’e gitmişler, başkent Sana’a’daki “Harp Müzesi”ni gezmişler, oradaki Türkçe belgeleri okuyamamışlar. Neymiş efendim, onlar eski Türkçeymiş. Yahu, bundan yüz sene önce yazılmış olan Türkçe metinler eskir mi? Fransa’da Balzac, Zola, Flaubert, Baudelaire, Verlaine’nin Fransızcaları eski Fransızca mıdır? Cahilliğimizi ucuz bahanelerle gizlemeye çalışıyoruz.
“Kâfir ağlar ahval-i perişanımıza…”
Birtakım Müslümanlar kendilerinde hiçbir eksiklik, suç, kabahat görmüyorlar, bütün kötülükler bizden başkalarına aittir… Bu ne korkunç afyondur.
Hayır! Biz Zemzemle yıkanmış, iyi, vasıflı, güçlü, üstün Müslümanlar değiliz.
Cenâb-ı Hak hiçbir toplumu, o toplum kendini bozmazsa bozmaz… Bu, Kur’ânî bir düsturdur. Biz başımıza gelen belâlara kendimiz talip olmuşuzdur.
Bizde ucuz bir kurtuluş edebiyatı pek yaygındır. Kurtuluş edebiyatla olmaz. Kurtulmak için yükselmek gerekir.
– İlimde, irfanda, kültürde yükseklik,
– Sanatta, estetikte yükseklik,
– Ahlâkta, fazilette, karakterde yükseklik.
Bu yüksekliklere sahip olmak için hem bilgi gerekir, hem aksiyon… 13 Şubat 2006