Kuzey Kore’deki rejimi, hâkim ideolojiyi hiç mi hiç tutmayan, doğru bulmayan bir kimseyim ama o ülkenin çok bağımsız, çok haysiyetli bir dış politikası olduğunu da kabul etmek zorundayım. Nükleer güç konusunda ABD’ye nasıl kafa tuttu ve tutuyor. Sam Amca’nın tehditlerine pabuç bıraktığı yok; “Savaş mı?.. Cesaretin varsa gel savaşalım…” demesini bildiler.

Avrupa’da Fransa ve Almanya da haysiyetli dış politiklara sahiptir. Amerika’ya:

– Elinde doğru dürüst, geçerli deliller olmadıkça Irak’a saldıramazsın… diyorlar.

Batı ülkelerinin halk yığınları da şuurlu, haysiyetli, tepkili. Ortadoğu meselesi için yüzbinlerce Avrupalı bir defada bir araya gelip protesto ediyor.

Irak bizim komşumuz, din kardeşimiz, onunla yüzyıllar boyu aynı devletin bünyesi içinde olmuşuz. O ülkeye yapılacak bir saldırıyı protesto etmek, lanetlemek için yetmiş milyonluk Türkiye’de en az bir milyon kişilik bir miting ve yürüyüş yapılması gerekmez mi? Gerekir… Bir milyon kişi bizim nüfusumuza göre azdır bile, lakin bizim halkımız uyuşturulmuş, afyonlanmış, sersemletilmiştir ve bizde çok önemli iç ve dış meseleler için yapılan mitinglerde genellikle ancak on bin kişi toplanır.

Yunanistan’da Selanik’te,Kilise’nin teşvikiyle, hüviyet kartlarından din hanesinin çıkartılmak istenmesini protesto için bir miting ve yürüyüş yapılmıştı ve buna bir milyon kişi katılmıştı. O komşumuzun nüfusu ile bizimki karşılaştırılınca, bizdeki önemli miting ve yürüyüşlere bir milyon kişinin katılmasını beklemek azdır bile; bu rakam üç beş milyon olmalıdır.

Hayal edelim: Amerika’nın komşumuz ve kardeşimiz Irak’a savaş açma hazırlıklarını protesto için İstanbul’da bir miting ve yürüyüş tertipleniyor. Şehirden, yakın bölgelerden seller gibi halk bu toplantıya akın ediyor, milyonlarca Türkiyeli “Savaşa hayır!..Müslümanlara düşmanlık edilmesine karşıyız!..” diye haykırıyor. Bütün dünya basını bu dev toplantıdan bahsediyor, televizyonlar ana haber bültenlerinde bu şahlanışa büyük yer veriyor. Helikopterlerden çekilen fotoğraflar ve filmler milyarlarca insanı hayranlık, hayret, gıbta içinde bırakıyor…

Yazık yazık yazık ki, Türkiye yığınları bu şuura, bu idrake, bu heyecana sahip değiller.

Bosna-Hersek, Kıbrıs, Çeçenistan için de gereği gibi şahlanamadık hiçbir zaman.

Milyonlarca kişinin toplanacağı mitingler ve yürüyüşler yapılabilmesi için büyük medyanın halk kitlelerini hazırlaması, şartlandırması gerekir. Bizim medyamız böyle çalışmalara, hazırlıklara yatkın değildir. Halktan, millî dâvalardan kopmuş heyecansız, ruhsuz, aşksız, şevksiz bir basın ne yapabilir ki?

Putin rejiminin Çeçen kardeşlerimize yaptığı zulmü, o küçük ülkede tatbik ettiği soykırımı, vahşi savaşı bizzat Rusya içinde bile insanlığını kaybetmemiş aydınlar, sivil kuruluşlar şiddetle kınıyor, protesto ediyor. Biz ne yapıyoruz? Birkaç cılız inilti dışında bir tepkimiz var mı?

Yazık!.. Ruhumuzu yitirmişiz.

Irak ve Kıbrıs meseleleri Türkiye’nin önündeki iki ölüm-kalım meselesidir. “Kıbrıs’ta gereken tâvizleri veririz ve başımız selamette olur…” Böyle düşünen varsa bu aptalca kuruntu ve teselliyi bırakmasını tavsiye ederim ona. Maalesef bizim Yunanistanla, oradaki megali idea ile meselemiz, çekişmemiz bitmez. Farzedelim, Kıbrıs’ı verdik, ondan sonra iki ülke dost olabilecek midir? Kesinlikle olamayacaktır. Çünkü, Kıbrıs’tan sonraki meseleler şu anda hazırlanmış bulunuyor. Kıbrıs’tan sonra Pontus meselesi çıkacaktır. İstanbul’dan kaçmış veya kaçırılmış olan Rumların tekrar dönmesi meselesi gündeme getirilecektir. Yunan devletinin varlığı iki yüzyılı bile geçmez. Türkiye’nin, Türklerin aleyhinde büyüye büyüye bugünkü sınırlarına gelmiştir.Yunanistan’ın millî ideali megali ideadır. İyonya’da, yani Batı Anadolu’da da gözleri vardır.Milletleri millet yapan zaten doğru veya yanlış, haklı veya haksız idealleri, eski tabirle mefkûreleri değil midir? Yunan halkında bu emperyal emeller, bu yayılmacı heyecan ruhu olmasaydı Selanik’te bir milyon Elen toplanıp miting yapabilir miydi?

Yunanistan’da oluyor da bizde niçin olamıyor? Çünkü onlarda devlet ile millî Ortodoks kilisesi barışık vaziyettedir, din ile devlet uzlaşmıştır. Orada müzmin ve vahim bir din-devlet kavgası yoktur. Onlar kendi dinlerine bağlıdır, saygılıdır ve bu bağlılıktan güç ve enerji kazanmaktadır.

Kıbrıs’ın son elli yıllık tarihini düşünelim. Kıbrıs Rumları dine, kiliseye, papazlarına bağlı kalmışlar ve bağımsızlık ilan edilince papaz Makarios’u cumhurbaşkanı yapmışlardır. Rumlar dinlerine bağlı iken, Rumlar Kilise ile birlikte çalışır ve hareket ederken Türk tarafı ne yapıyordu? Maalesef tam tersini yapıyordu. Daha İngilizler zamanında Kıbrıs müftüsü Dâna Efendi birgün adanın genel valisine resmî bir ziyaret yaptı diye Türklerin lideri Dr. Fazıl Küçük müftü efendiye yapmadığını bırakmamıştı. “Sen müftüsün, sen kim oluyorsun da böyle ziyaretlere cür’et ve cesaret ediyorsun?.”

Biz millî mücadelemizi nasıl kazandık? Din sayesinde, dinî heyecan sayesinde kazandık. O tarihte Ankara’daki Millet Meclisi’nin duvarında büyük bir levha asılıydı: Kur’ân’daki Şûra ayeti… Meclis bir cuma günü, Hacı Bayram Camii’nde kılınan namazdan, yapılan dualardan sonra kurbanlar kesilerek, hocaefendiler ve oradaki halk ellerini açıp Allah’a yalvararak açılmıştı. Meclis’te yetmişten fazla sarıklı ulema ve şeyh vardı.

Sakarya savaşı cereyan ederken, vatanı ve mukaddesatı korumak için canlarını feda etmeye, kanlarını dökmeye hazır olan mücahidlere din aleyhinde birtek söz söylemek mümkün müydü? Bir dinsiz züppe çıkıp da o mücahid orduların nefer ve zabitanına “Kahrolsun Şeriat” demeye cesaret etmiş olsaydı ne olurdu? Bir anda paramparça olurdu…

Türkiye’nin çok büyük iç dertleri, sıkıntıları bulunmaktadır. Bunların birincisi, bizde uzun zamandan beri sürüp duran şu saçma sapan din-siyasî sistem kavgasıdır. O bitirilmedikçe, din ve devlet uzlaşıp barışmadıkça iki yakamız bir araya gelmeyecektir. Böyle zararlı, bilgeliğe ve akl-ı selime zıt bir çekişme, gerginlik bu devletin, bu milletin, bu ülkenin yararına mıdır? Elbette değildir.Peki kim istiyor, kim sürdürüyor bunu? Böyle bir savaş vatanseverlikle, hukukla, millî menfaatlerle, iç barışla, akıl ve mantıkla bağdaşır mı? Tabiî ki, bağdaşmaz.

Türkiye kendi tarihiyle, kendi kimliğiyle, kendi diniyle, kendi mukaddesat ve mefâhiriyle barışıp uzlaşmadıkça haysiyetli bir dış politikaya sahip olamayacak; bugün olduğu gibi bocalayıp duracaktır. 31 Ocak 2003