MEVLANA Celalüddin Rûmî hazretleri (Allah yüce sırrını takdis etsin) bu ülke ve bu millet için ne büyük bir nimettir. Yazık ki, böyle nimetlerin kadr ü kıymeti hakkıyla bilinmiyor. Mevlana kimdir, kısaca arzetmek isterim.

Evvelâ o bir Allah eridir. İnsanları Allah’a hakkıyla inanmaya, Allah yoluna girmeye çağırır. O’nu seven, O’na bağlanan, O’nu taklid eden iman nurlarıyla aydınlanır, ebedî saadete nail olur.

İkinci olarak O, Resûl-i Kibriya Efendimizin bir halifesi ve vekilidir. Resûlullah’ın dinini, Şeriatını, sünnetini, âdâbını yaşar ve öğretir.

Üçüncü olarak O, en geniş yorumuyla evrensel İslâm’ın temsilcisidir. O’na Yahudi de hayran kalır, Hıristiyan da.

Mevlana gönül adamıdır, muhabbet fedaisidir; O’nda kin, gurur, kibir, husumet yoktur. O aşk, muhabbet, şevk, neş’e deryasıdır.

Kim demiş ki, Mevlana Şeriat’a bağlı değildir. O önce Şeriat adamıdır. Şeriatsız tasavvuf mu olur, tarikat mı olur, kemal mi olur?

Mevlana Peygamber’in, Ashabın, Ehl-i Sünnet imamlarının itikadı üzere idi. Beş vakit namazı dikkatle ve dosdoğru eda ettiği gibi, gecelerini nafile ibadetlerle feyizlendirirdi. O orucu tutar, zekatı verirdi. Uyanıklığında da, uykusunda da kalbi Allah zikri ile meşgul olurdu.

Mevlana sadece insanları sevmekle kalmaz, merhameti ve muhabbeti hayvanları bile gölgelendirirdi. Bir keresinde kendisini boğazlayacak kasapların elinden kaçan bir öküz O’na sığınmıştı da, sahiplerine rica edip onu kesilmekten kurtarmıştı.

Mevlana ahlâk, fazilet, edeb, hikmet doluydu. Güneş gibiydi, çevresini etrafını aydınlatırdı. Hâlâ da aydınlatmaktadır. Yetmiş iki millete mensup nice kişi, O’nun irşadıyla, kabir ötesinden bu günlere uzanan tasarrufuyla hidayet bulmuş, Allah’ın dini, Muhammed aleyhissalatü vesselam sünneti ile şereflenmiştir.

İstanbul’da, 60’lı yıllarda vefat etmiş Yaman Dede isminde gönül ehli bir zat vardı. Bu kişi Ortodoks Rum milletinden iken, Hazret-i Mevlana’nın mânevî yardımıyla Müslüman olmuştu. Eski ismi Diyamandi idi. Rum liselerinde edebiyat-ı Osmaniye okuturmuş, avukatlığı da vardı. İyi Türkçe bilirdi, Arapçası, Farsçası da vardı. Türkçe nefis tasavvufî şiirler nazmetmiştir. 60’lı yılların başlarında Konyalı Dr. Ali Kemal Belviranlı, Dişçi Nuri, Fevzi Özçimi beylerle onun ziyaretine gitmiştik. “Teşrif nereden?” diye sormuştu. “Konya’dan” cevabını alınca ağlamaya başlamış, “Bana Hazret-i Pîr’in kokusunu getirdiniz” demişti.

Bugünün ruhsuz aydınları, kötü eğitimle vicdanları dumura uğratılmak istenen gençleri Mevlana’ya o kadar muhtaçlar ki.

Mevlevî tarikatı ilim, irfan, hikmet, mürüvvet, aşk, muhabbet, şevk, neş’e ve coşkunluk üzerine kurulu yüce bir yoldur. Türkiye şimdi bu meşrebin; bu neş’enin eksikliği yüzünden buhrandan buhrana düşmekte, içi ateş dolu bir uçurumun kenarında bulunmaktadır.

Mevlevilik ve diğer turuk-i aliyye kaldırılır ise elbette toplum bozulur, ülke karanlıklara gömülür. Ahlâk, fazilet, edeb, hikmet kalmadı diyorlar. Mevlevilik, Nakşilik, Bektaşilik, Kadirilik, Rufailik ve diğer tarikatlar olmadan ilim, irfan, kemal, fazilet, hikmet, edeb olur mu?

Mevlevilik bir medeniyet, yüksek kültür ocağıydı. Bilgi ve inancın doğrusu, aksiyonun iyisi, estetiğin en yükseği hazret-i Monla-i Rûm’un dergahlarındaydı. O dergahlar nice padişahları, sultanları bile terbiye etmişlerdi. Onlar gitti hayatın tadı tuzu kalmadı.

Yüzeyde kalmış, zahirden batına gidememiş, sert, haşin, kırıcı; mezhep, meşreb, tarikat taassubu ile ufukları daralmış, sekter zihniyetli, kimisi neo-haricî, kimisi cemaatini din ile özdeşleştiren İslâmcılar insanları İslâm’a çağıracak cazibeden, güçten, halavetten mahrumlar. Bu iş Mevlana gibi gönül erlerinin, gerçek büyüklerin, Resûlün hakikî halife ve vekillerinin işidir. O sokakta kendisine bir şey soran bir fahişeye bile ‘Kızım” diyerek şefkatle ve merhametle muamele etmişti de o zavallı kadının kurtuluşuna vesile olmuştu.

Mağrurlar, kibirliler, kendini beğenmişler, dini imanı para olanlar, nefs-i emmarelerine put gibi tapanlar, karpuz gibi dışları yeşil, içleri kıpkızıl olanlar, harbî ve saldırgan kâfirlere karşı yumuşak, kendi meşreblerinden olmayan mü’minlere karşı yavuz ve şiddetli olanlar, küçük dağları biz yarattık diyenler İslâm’ı temsil edebilirler mi? Onlar hizmet ediyoruz diye bir sürü hezimete sebebiyet verirler.

Mevlana ihlas ve istikamet kahramanıydı. İbadetle, riyazetle, hikmetle, büyük cihadla, ilimle, irfanla, aşku muhabbetle, neş’e ve şevkle, ihlasla kemal zirvesine çıkmıştı. Asrının kutbuydu. Parada pulda, zenginlikte, malda mülkte, riyasette, şöhrette, halkın alkış ve itibarında gözü yoktu. Bu sayede maneviyat aleminin sultanı olmuştu.

Birtakım sürüngenler O’nu kendi ideolojilerine alet etmek, Şeriatsız ve fıkıhsız bir İslâm hümanizması türetmek için vasıta kılmak istiyorlar. Bunlar ne soytarı adamlardır. Mevlana “Ben, şu tenimde can oldukça Kur’an’ın bendesiyim” diyerek onları asırlarca önce tekzip ve reddetmiştir.

Sahih itikad yok, namaz yok, oruç yok, zekat yok, Şeriata uymak yok, sünnetlere tabi olmak yok ve sonra adam Mevlevi imiş. Yahu Mevlevilik o kadar ucuz ve kolay mı?

Çilesiz Mevlevilik olmaz. Mevlevî dervişi olabilmek için dergahın mutfağında binbir gün ve gece çile doldurmak gerekirdi. Nefsini dizginlemeyene Mevlevî denilebilir mi?

Mevlevî sövene dilsiz, dövene elsizdir. O, kötülükleri iyilikle defeder. Mevlevî edeb, nezaket, ahlâk, fazilet nurları saçar. Sabırlıdır, affeder, cahillerin kusuruna bakmaz.

Şu anda Türkiye’de olmaz ama maddî imkâna sahip olsam, ileri ve medenî ülkelerden birinde bir Mevlevî tekkesi kursam diyorum. Elbette bir yerden bir şeyh gelir, birkaç dervişle işe başlanır. Dünya dedikodusu edilmez, faydasız kelamlar söylenmez. Namaz kılınır, muayyen zamanlarda sema ve zikir yapılır. Sonra bol bol tebessüm, muhabbet, aşk, şevk ve neş’e olur. Gerçeği arayan ve nasibi olanlar bu kapıdan geçerek hidayet bulur. İnsanlık buna o kadar muhtaç ki.