Salı

 

Hazret-i Ömer âdil bir devlet başkanıydı. Fâkirâne yaşar, yamalı elbise giyer, halkla haşir neşir olurdu. Çok zaman tuz ve sirkeyi ekmeğe katık yaparak karnını doyururdu. Takvada, verada bu derecede olmasına rağmen nefsini daima kontrol altında tutar, ashabın büyüklerine, gidişatının, yaptıklarının iyi mi, kötü mü olduğunu sorardı. Bir gün, sahabelerin büyüklerinden Ubeyde bin el-Cerrah hazretlerine, “Beni nasıl görüyorsun?” diye sormuş, o da şu cevabı vermişti: “Güzel de, ekmek yerken hem tuz, hem sirke, iki katık birden tüketiyorsun.” Âdil halife bu tenkid üzerine, “Haklısın, bir çaresine bakarız” demişti.

İlk Müslümanlar böyleydi. Onlar ledün ilminde, takvada, verada, adalette, keremde, ihsanda, mürüvvette, feraset ve fetanette, keşif ve keramette çok yüksek makamlara çıkmışlardı. Bu yüzden de Allah onlara fütuhat ve zaferler nasip etmiştir.

İlk altın çağdan sonra da her asırda büyük veliler, rabbanî ve âmil alimler, âdil sultanlar, kâmil mürşidler, gerçek mücahid ve kahramanlar gelmiştir. Selahaddin Eyyubî bunlardan biridir. Bir müddet önce yazdığım bir fıkrada, yedi ülkeye hükmeden bu büyük hükümdarın, öldüğünde geriye, cenazesini kaldırmaya yetecek şahsî mal bırakmadığını anlatmıştım. Selahaddin gözlerini kapadıktan sonra veziri Şam sokaklarında dellâl gezdirmiş, “Ey ahali! Mâlumunuz olsun ki, Şam’ın, Haleb’in, Mısır’ın, Filistin’in, Hicaz’ın sultanı olan Selahaddin Eyyubî vefat etmiştir. Terekesinden, cenazesini kaldıracak para çıkmamıştır” diye bağırtmıştır.

Daha sonra gelenler Ashab-ı Kiram gibi olamazlardı. Çünkü, Ashab, Peygamberlerden sonra insanların en hayırlı tabakası idi. Resulullah Efendimizin terbiyesiyle yetişmişlerdi. Lakin her devirde Fahr-i Kânat Efendimizin vârisleri, vekilleri, halifeleri gelmiş ve Müslümanlara örnek olmuş, yol göstermiş, ışık tutmuştur.

Yazımızın başında, Hazret-i Ömer’in bir devlet reisi olmasına rağmen tuz ile sirkeyi katık ederek ekmek yediğini, yamalı elbise giydiğini beyan etmiştim. Nefsini dizginlemenin ve kemalin dört şartı vardır:

Birincisi az yemektir. İkincisi az uyumaktır. Üçüncüsü az konuşmaktır. Dördüncüsü halkla az ihtilat etmektir.

Hazret-i Âişe vâlidemiz, “Resûlullah’ın vefatından sonra ilk çıkan bid’at, insanların doyasıya yemek yiyip de semirmeleri olmuştur” buyurmaktadır.

Yeme içme konusunda bu devir Müslümanlarında büyük bir ölçüsüzlük ve aşırılık müşahede olunuyor. Zengin olan, bütçesi müsait bulunan dindarlar haddinden fazla yemek yiyor. Ucuz, basit, yavan şeyler de yemiyor; aksine pahalı, lüks, ağır yiyecekleri tercih ediyor.

Zengin olup da patates, mercimek, şalgam, kapuska, bulgur pilavı, tarhana çorbası ile karnını doyuran var mıdır?

Diğer balıklara göre daha ucuz olduğu için hamsi ve istavrit bile rağbet görmüyor, satın alınmıyor.

Din uygulaması sadece abdest almakla, namaz kılmakla, oruç tutmakla bitmiyor. İslâm dininin yeme içme, giyim kuşam, mesken, tüketim konusunda da emirleri, tavsiyeleri, uyarıları, yasakları vardır. Bunları da bilmek ve onlara uygun bir hayat sürmeye çalışmak gerekir.

Fazla yemek, haddinden fazla gıda almak hem dinin, hem de akıl ve hikmetin iyi görmediği bir şeydir. Zengin tabakanın hastalıklarının çoğu fazla yemekten, ağır ve lüks gıdalar tüketmekten meydana gelmektedir. Devamlı olarak et, balık, tereyağ, kaymak ve bunlara benzer kuvvetli gıdalar alan kimseler, bir müddet sonra gut denilen bir hastalığa yakalanır ve yarım adam haline gelirler.

Sağlığımızı korumak istiyorsak Şeriat’ın ve Sünnet’in yeme içme konusundaki emirlerini dikkatle hayatımıza uygulamamız gerekir.

Hedonistler için hayatın gayesi yemek içmek, haz ve lezzet peşinde koşmak, gününü gün etmektir. İslâm dini böyle bir felsefeyi asla kabul etmez.

Bu devirde öyle Müslümanlar görüyoruz ki, asla ucuz lokantalara gitmezler, daima pahalı ve lüks yerlerde karınlarını doyururlar. Hattâ öylelerini bilirim ki, midelerini hep ağır ve pahalı yemeklerle ve tatlılarla doldurmak için çorba bile içmezler. Bazıları da, şişmanlatıyor bahanesini öne sürerek ekmek yemez. Behey, pisboğaz! Şişmanlamak istemiyorsan çok ekmek, az yemek yemen gerekir. Ekmek yemiyorsun ama, ekmekten daha fazla kalori temin eden ve kilo aldırtan ağır ve kuvvetli gıdaları atıştırıp duruyorsun.

Daha önce de yazmıştım, bir İngiliz doktoru, Güney Amerika’da And dağlarının bir vadisinde yaşayan ve yüz yaşının üzerinde olmalarına rağmen sağlıklarını koruyan insanları tedkik etmiş ve bu kimselerin sofradan aç kalktıklarını görmüştür. Dinimiz de bunu emretmiyor mu?

İmam Gazalî hazretleri, “Sofrada ne kadar fazla oturursan, helâda da o kadar çok oturursun” buyuruyor. Oburların, iyi yiyenlerin ömürlerinin büyük kısmı sofra başında tıkınmakla, helada ıkınmakla geçer.

Ümmet-i Muhammed’in yüksek ve idareci tabakasının yeme içme, giyim kuşam, mesken ve dekorasyon konusunda halka örnek olması gerekir. Yazık ki, zamanımızda kocaman, kodaman, yüksek, mevkii makamlı, önder, rehber, kılavuz durumundaki şahıslar çok kötü örnek oluyorlar. Bunların yeme içmeleri, giyim kuşamları, evleri, mefruşatları (döşemeleri) Şeriat’a ve Sünnet’e uygun değildir. Tam tersinedir.

Günde üç öğün tıka basa yiyen, yemek aralarında da çerez, dondurma, pasta, çikolata, fındık fıstık atıştıran kimselerin kalpleri ve mâneviyatları ölür. Hayvanlar bile doyduktan sonra yemez.

Beş yıldızlı lüks ve turistik otellerde, gerek Ramazan ayında verilen iftar ziyafetleri, gerekse diğer zamanlarda tertiplenen ziyafetler İslâm’a, Şeriat’a, Sünnet’e uygun değildir. Böyle oteller fısk, fücur, günah, isyan, tuğyan mekânlarıdır. İçkinin her türlüsü oralardadır. Fuhşiyat, münkerat da oralardadır. Peki, bazı kodaman ve pabucu büyük Müslümanlar oralarda nasıl oluyor da islâmî toplantılar yapabiliyor, ziyafetler verebiliyor?

Yeme içme, giyim kuşam, ev döşemesi hususunda elden geldiği kadar Şeriat’a ve Sünnet’e uygun yaşamaya çalışan kimseler vardır, lakin sayıları pek azdır.

Müslümanlara bu gibi konularda nasihat edilmesi lazımdır. Bizim dinimiz nasihat dinidir. Filan şeyh uçuyormuş, feşmekan mücahid çok büyükmüş, falan cemaat pek hayırlıymış, onun dışındakilerin kıymeti yokmuş… Bu gibi boş şeyler, hezeyanlar ile Ümmet-i Muhammed bir yere varamaz. Filanca zat uçuyorsa bana ne? Eğer gerçekten uçuyorsa, bu bir keramettir ve gerçek şeyhler, hakikî kâmil mürşidler kerametlerini gizlerler, keramet reklamı yapmazlar. Gerçek değil yalansa, bu uçma ve uçurma hikâyelerinin ardında büyük dolaplar var demektir.

Müslüman halk Peygamber gibi, Ashab-ı Kiram gbi, evliyaullah gibi yaşayamaz. Ehlullah bir yemekte dokuz lokmadan fazla yemezlermiş. Biz böyle yapamayız, Yapamayız ama, yine de kendimizi derleyip toparlamamız, yeme içme, giyim kuşam, ev döşemek, otomobil, tüketim konusunda ipin ucunu kaçırmamamız gerekmez mi?

Lüks ve pahalı lokantaya gidecek ve bir porsiyon iskender kebabı yemeyi zül addederek bir buçuk porsiyon yiyecek… Sonra da kendisinin takvalı, uyanık, şuurlu, sünnete uyan bir Müslüman olduğunu sanacak. Zehi gaflet! 19 Nisan 2000