SalıGazetelerde fotoğrafı basıldı, siz de görmüşsünüzdür, İngiltere kraliçesinin torunu on sekiz yaşındaki prens, Güney Amerika’da bir gençlik kampına gitmiş, kendi yaşındaki gençlerle orada tatil yapmış; temizlik işlerini kampta kalanlar yapıyormuş, prens helâları temizlemiş, yerleri silmiş. Fotoğraf genç prensi helâ zeminini bezle silerken gösteriyordu.

Gençler için ahlâk ve karakter terbiyesi çok önemlidir. Bu terbiye âile içinde verilir, okulda verilir, toplum yapısı içinde verilir.

“Ben zengin ve varlıklı bir ailenin çocuğuyum, yer silemem, bulaşık yıkayamam, süflî işler yapamam” diyen gençlere ben adam demem.

Vaktiyle bazı Avrupa devletlerinin kralları senede bir kere sembolik olarak ve büyük merasimle kilisede fakirlerin ayaklarını yıkarlardı. Gurur ve kibirleri kırılsın diye.

Hüccetü’l-İslâm ve Zeynü’d-din İmam Gazalî hazretleri, Bağdat’taki Nizamiye Üniversitesindeki müderrisliği (profesörlüğü) bıraktıktan sonra Şam-ı şeriftle Emeviyye camii minarelerinden birinde itikâfa ve inzivaya çekilmişti. Sadece farz namazlar için dışarı çıkıyor, sonra yine minaredeki küçük odasına (orada minareler geniştir) çekiliyor; ibadet, taat, kitap telifi ile meşgul oluyordu. Geceleyin yatsı namazından sonra camiinin şadırvanlarını ve helâlarını temizliyordu.

Evliyaullah ve ehlullah efendilerimiz alçak gönüllü idiler. Allah’ın bize en güzel örnek ve model olarak gönderdiği, Âdemoğullarının seyyidi olan Resûl-i Kibriya efendimiz bir kere ashabtan bazıları ile birlikte yolculuk yapıyordu. Bir yerde konaklandı, ashab yemek pişirmek için hazırlığa başladı. Efendimiz de ateş için çalı çırpı topladı.

Terbiyeli, edebli, mütevâzı, yüksek karakter sahibi gençleri tenzih ederim, lakin bir kısım gençlerimiz çok kötü yetişiyor. Şımarık, hoppa, züppe, kendini beğenmiş, gururlu, kibirli, ne oldum delisi gençten ne ailesine, ne ülkeye, ne millete, ne devlete, ne de kendisine yarar gelir.

Müslümanlara örnek olmaları gereken bazı dindar şahsiyetlerin oğulları ve kızları ahlâk ve edeb bakımından İslâm’ın kurallarına uymak zorundadır.

Eskiden bu memlekette fütüvvet (yiğitlik) ahlâkı denilen bir ahlâk sistemi hâkimdi. Terbiyeli insanlar sokakta yemezler, içmezlerdi. Herkesin ortasında açıkta yemek yiyenlerin kadılar (İslâm hâkimleri) katında şahitlikleri kabul edilmezdi. Halk çarşılardan pazarlardan aldığı yiyecek maddelerini kapalı zembiller içinde evine taşırdı. Hanelerde kokusu dışarıya çıkan bir yemek pişirildiği zaman kapı komşularına da ikram edilirdi.

Ramazanlarda konakların kapıları iftardan önce tanıdık veya yabancı herkese açık olurdu.

Ondokuzuncu asırda yaşamış biri, “Müslüman Türklerle alış veriş yaptığım zaman, borçları karşılığında onlardan senet almam, çünkü onların sözleri senettir, vâdesi gelince borçlarını öderler” diye yazmıştır.

Ticaret hayatına ahlâk, fazilet, mürüvvet hâkimdi. Kendisi siftah yapan dükkancı ikinci müşteriyi siftah yapmamış olan komşu dükkana gönderirdi.

Toplum hayatına merhamet hakimdi. Allah’ın Rahman sıfatının tecellisi olan bu merhamet hayvanlara, bitkilere bile gösterilirdi. Kanadı kırılıp da sıcak ülkelere göç edemeyen kuşlar için vakıf kurulmuştu.

İstanbul’da, içleri oyuk sadaka taşları vardı. Onların yanından geçen paralılar içine para atarlar, ihtiyacı olanlar da geçerken ellerini sokup biraz harçlık alırlardı.

Padişahlar yollardan geçerken, saray tarafından vazifelendirilmiş münâdiler “Padişahım mağrur olma, senden büyük Allah var!” diye bağırırlardı.

Bizde eskiden aristokrat sınıf diye bir kesim yoktu. İstidadı, kabiliyeti, ehliyeti olan azad edilmiş bir köle devlet-i ebed-müddete sadrazam olabilirdi.

Okumuş yüksek tabaka tasavvuf tarikatlarına bağlıydı. Derviş olabilmek için çile çıkartılırdı. Nakşî tarikatında kırk gün kırk gece bir hücrede kalınır, Mevlevîlikte ise tekkenin mutfağında, geceleri abasına sarılarak yerde uyumak şartıyla bin bir gün çilesi çekilirdi. Bu çileyi bir gün kıranın, önceki günleri yanar, tekrar başlaması gerekirdi.

Eskiden kötülük yok muydu, çirkin işler olmuyor muydu? Elbette ki vardı, oluyordu ama bunlardan çok fazla iyilik vardı, dirlik ve düzen vardı, ahlâk ve fazilet vardı. Kötülük ve çirkinlikler yüzde üç-beş sınırını aşmazdı. Şimdi öyle mi? Rüşvet, kokuşma, hırsızlık, cinayet, devletin bütçesini hortumlamak, haram yiyicilik, riba, sömürü genelleşmiş, toplumu bir kanser gibi sarmıştır. İyilikler, faziletler, doğruluklar azınlıkta kalmıştır.

Allah sevgisine ve korkusuna sahip olmayan, Allah’ı unutan, Allah’ın sınırlarını çiğneyen bir toplum sürünmeye, batmaya, yıkılmaya mahkumdur. Ateist Marksist sistemli devletler ne oldu? Başta Sovyetler Birliği olmak üzere büyük kısmı battı, kalanlar da batacaktır.

Gurur, kibir, kendini bir şey sanmak en büyük ahlâksızlıktır. İnsan topraktan yaratılmıştır, mütevazı ve alçak gönüllü olması gerekir.

Eline bez alıp hela temizleyen İngiliz prensi hepimize ibret ve örnek olsun. Ondaki bu ahlâk aslında İslâm ahlâkıdır, Cenab-ı Hakk’tan hidayet vermesini dilerim.

Zenginler, yüksek tabaka, seçkinler halktan kopmasınlar. Zaman zaman halkın bindiği nakil vasıtalarına binsinler; halkın yemek yediği ucuz lokantalara hiç olmazsa ayda bir gitsinler; çarşıları pazarları dolaşsınlar.

Cumartesi akşamı olunca Boğaziçi’ndeki batakhanelere giden gençler yüzünden trafik tıkanıyor. Şımarıklık, yılışıklık, küstahlık, hoppalık, züppelik, sorumsuzluk aldı yürüdü. Zengin çocukları mahrumiyet bölgelerinde vatanî hizmet görmüyor. Bunların bir kısmı Amerikan Üniversitelerinde yüksek tahsil yaptıktan sonra prensler olarak ülkeye dönüyor ve burada ne haltlar karıştırıyor. Biliyoruz.

Millî kimliğimizin esas ve temel unsurları olan nice geleneksel müesseseyi yıktık. İnsanı insan eden, olgun vatandaş yetiştiren tasavvuf ocaklarını söndürdük. İslâmî boyutu olmayan pozitif kafalıların bu memleketi ne hale getirdiklerini herkes görüyor. 03 Ocak 2001