İlim ve Sanat Vakfı
tarafından on iki yıldan beri çıkartılan değerli “Bülten”
dergisinin Temmuz-Ağustos tarihli ve 52 sayılı nüshasında, ecdadımıza ait on iki mezar taşının fotoğrafları basılmış, üzerlerindeki yazıların okunuşları verilmiş. Bunlardan biri, hicrî 1287 yılında vefat etmiş olan, Süleymaniye camii birinci imamına ait. Mezartaşı kitabesinde kendisi hakkında şu bilgiler yer alıyor:

(…)

Tarikat-ı aliye-i Rıfaiye meşayihından

Süleymaniye cami-i şerifi hatibi

ve imam-ı evveli ve türbedar-ı evveli

Merhum ve mağfur el-muhtac ilâ rahmet-i

Rabbihi’l-Gafur eş-Şeyh el-Hac Hafız Muhammed

Ali Sabri Efendi’nin ruhuna Fatiha (Sene: 1287)

Merhum Muhammed Ali Sabri efendi hem Rıfaı tarikati şeyhiymiş, hem de İstanbul’un en büyük camii olan Süleymaniye’nin birinci imamı ve hatibiymiş. Aynı zamanda hafızmış.

Cami imamlığı ve hatipliği Şeriat ilimleriyle ilgili dinî bir vazifedir. Eski hakiki şeyhler Şeriat’a, İslâm fıkhına sımsıkı bağlıydılar, onların ahkamından kıl kadar ayrılmazlardı. Zaten “Şeriatsız tarikat olmaz”.

Bir zatta cami imamlığı ve hatipliği ile tarikat şeyhliğinin beraber olması ne mesut bir birlikteliktir.

Müslümanlar yakın tarihte din hizmetlerine gereken önemi vermediler. Din hizmeti, İslâmî faaliyet denilince beton cami binalarını, beton Kur’ân kursu ve İmam-Hatip binalarını düşündüler. Bu hizmetleri yapacak kimselerin vasıfları, kemalleri üzerinde durmadılar.

Nice Hacı Bey, kendi ciğerparesini dünya ve çok para kazanmak için din dışı tahsillere, mesleklere yönlendirdiler; din mekteplerine, Kur’ân kurslarına imkânsız fakir fukara çocuklarını aldılar. Bütün zenginlerin bütün çocukları din alimi, din hizmetlisi, müftü, vaiz, imam, din dersi öğretmeni olsun demiyorum ama hepsinin de bu gibi hizmetlerden uzak tutulmuş olmasını yadırgadığımı söylüyorum.

Müslümanların şuursuzluğu, gafilliği, firasetsizliği, bedevîliği yüzünden imamlar “Resmî namaz kıldırma memuru”, müftüler sağlık müdürü veya memuru durumuna düşmüştür. İstisnalar kaideyi bozmaz.

Şeriatımız ve fıkhımız, “İmamlık maaşını ve ücretini, namaz kıldırdığı için alan, başka bir tabirle namazı para için, geçim için kıldıran imamın arkasında namaz kılınmaz” diyor. İmamlarımızı böyle bir şeyden tenzih ederim ama kalitenin son derece düşmüş olduğu gerçeğini cesaretle yazmaktan da geri durmam.

Yakın tarihimizde hem cami imamı olan, hem de tarikat şeyhliği yapan muhterem kimseler bulunmuştur. Bunlardan biri, Fatih İskender Paşa Cami-i şerifi imamı Şeyh Muhammed Zahid Kotku hazretleriydi. O hazret hem Şeriatı hem Tarikatı, Resul-i Kibriya Efendimizin (Salat ve selam olsun O’na) bir vârisi olarak hakkıyla temsil etmiştir. O öyle bir cami imamıydı ki, feyzi, tesiri, irşadı, terbiyesi Edirne’den Kars’a, Sinop’tan İskenderun’a kadar uzanıyordu. Sadece Türkiye hudutları içinde kalmıyor Âlem-i İslâm’a yayılıyordu. Kendisi gerçekten âlim, zâhid, faziletli, Sünnet-i seniyeye uyan, din hizmetlerini dünya menfaatlerine karıştırmayan bir zattı. Nur içinde yatsın. 1970’li yıllarda sık sık İskender Paşa camiine gider, bitişikteki ikametgâhındaki sohbetlerinden yararlanırdım. Hazret bana iltifat buyurduğu halde, cami avlusundaki bazı kesan bu fakir için, “Bu münafığın burada ne işi var?..” cümlesini duyuracak şekilde söylerdi… Zahid efendi nurlu bir kimseydi. Halka ettiği nasihatları, önce kendisi hayâtına tatbik ettiği için öğütleri tutulurdu.

Ben yetişmedim, Osmanlı devrinde İzmir Rıfaı tekkesi şeyhi olan Rakım Elkutlu, cumhuriyet devrinde tekkeler kapatılınca cami imamlığına tayin edilmiş. Kendileri büyük bir bestekârdı, mûsikî üstadıydı. Zâhir ve bâtın ilimlerini bilen, sanattan anlayan, şehirli ve medenî bir Müslümandı.

Merhum Fahreddin efendiden sonra postnişîn olan Şeyh Muzaffer Ozak efendi hazretleri İstanbul camilerinde vaazlar veriyordu. Sonra onu bu imkândan mahrum bıraktılar. Her hafta Beyazıd’ta Sahhaflar Çarşısı civarındaki Çarşılı Han Camii’nde cuma hutbesi okur, cuma namazı kıldırırdı. İrticalen çok güzel, çok duygulandırıcı, çok tesir edici hutbeler okurdu. Hutbe uzar, lakin cemaatten hiç kimse bitmesini istemezdi. Onun vaaz ve nasihatları İrşad adıyla büyük bir kitap haline getirilmiş, bunun İngilizcesi bile yayınlanmıştır. Bu muhterem zatın delaletiyle nice Amerikalı ve Avrupalı Müslüman olmuştu. Lakin o, bir kısım Müslümanların dillerinden kurtulamamıştı. Fahr-i Kainat aleyhi ekmelüttahiyyat Efendimiz ne buyurmuşlar: “Müslüman o kimsedir ki, onun elinden ve dilinden insanlar selamette olurlar…”

Din hizmetlerini, Şeriat ve fıkıh ilimlerini, cami hizmetlerini, imamlıkları yapacak kimselerin mutlaka ve mutlaka, önceden zeka testleri, karakter testleri, bio-jenetik tahkikat yapılarak seçilmesi gerekir. Bu hizmetler taşra, varoş, gecekondu, bedevî kültürüyle başarılı bir şekilde yürütülemez. Kendi çocuklarının tamamını para getirici, gözde dünya tahsillerine ve mesleklerine yönlendirmek; din hizmetlerini fakir fukara çocuklarına vermek yanlıştır, hıyanettir.

Asr-ı Saadet ve Hülefa-i Raşidîn uygulamasından sonra en başarılı, aslına en uygun İslâmî uygulama Osmanlı uygulamasıdır. Osmanlı’da Şeriat ile tasavvuf, medrese ile tekke beraber yürümüştür. Zaman zaman medrese ve tekke arasında bazı çatışmalar ve sürtüşmeler olmuşsa da, bunlar ârızîdir, istisnaidir. Başta tarikat-i aliye-i Nakşibendiyye olmak üzere yüce tasavvuf tarikatları Şeriat’a bağlı kalmışlar, Ehl-i Sünnet akaidini korumuşlardır.

Din hizmetlerinin yozlaşmasını, sönükleşmesini, tesirsiz hale gelmesini istemiyorsak din öğrencilerinin, din hizmetlilerinin tasavvufî ve mistik boyutları olması için çalışmalıyız. Her imam, her müftü elbette tarikat ve tekke şeyhi olamaz ama mutlaka yüce bir yere bağlı veya muhib olması gerekir. Bir tarikata, bir tasavvuf yoluna bağlılık, ucu Resullerin Seyyidine dayanan nuranî bir silsileye yapışmak demektir. Bunun birinci şartı da yukarıda beyan etmiş olduğum gibi Şeriata uygunluk ve bağlılıktır.

Silistreli Süleyman Hilmi Tunahan yakın tarihimizde büyük hizmetler etmiş, milyonlarca vatan evladının imanının ve ebedî mutluluğunun kurtulmasına vesile olmuştur. Niçin? Çünkü o hem bir şeriat âlimiydi, hem de tarikat şeyhiydi, mürşid-i kamildi.

Geçenlerde duydum Adapazarı taraflarında bir kaza (ilçe, trafik kazası değil!) müftüsü camide halka “Cuma namazından sonra başka namaz kılınmaz, zuhr-i âhir namazı bâtıldır, sakın kılmayın…” diye nasihat (!) etmiş. Cemaat öfkelenmiş, müftüyü protesto etmiş. Böyle müftü olmaz, böyle müftülük yapılmaz. Merhum Şeyh Muzaffer efendi, cuma hutbelerinin sonunda “AzizMüslümanlar! Cumanın iki rekat farzından sonra sünnetleri, zuhr-i âhir namazını kılınız, sakın ihmal etmeyiniz…” derdi.

Türkiye Müslümanlarının kurtuluşu, hakikî tasavvufa bağlılıkla gerçekleşebilir.

Tasavvuf İslâm’ın ahlâkla, iç dünya ile, nefs temizliği ile, manevî terbiye ile ilgili boyutudur. O olmadan bugünkü fitnelerle başetmek mümkün olmaz.

Din sömürücüleri içinde tasavvufu, tarikatı, mâneviyatı kendi menfaatlerine, ikballerine, şöhretlerine âlet eden şeytanlar bulunabilir. Onların mevcudiyeti tasavvufa arka çevirmemizi gerektirmez.

Hakikî tasavvuf en büyük güçtür. Halkımızın büyük kısmı tasavvufsuz, irşadsız, mürşidsiz kaldığı için şu aziz yurdumuz bin türlü pislik ile dolmuştur.

Bir Müslüman hem mutasavvıf, tarikatlı geçiniyor hem de lüks ve israf hususunda her türlü azgınlığı ve ölçüsüzlüğü yapıyor. O mutasavvıf değildir, o tarikatlı değildir, tarikatçıdır.

Osmanlılar üç kıt’ada kırk ülkeyi sadece kılıç ve bâzu gücüyle fethetmediler. Osmanlı fütuhatının birinci faktörü tasavvuf, tarikatlar, şeyhler, dervişlerdir. Ama gerçekleri… Sahteleri değil.

“Ben tarikata mensubum, ben Şeyh Falanüddin efendiye bağlıyım…” Hayır efendi hayır! Sen yularını şeytanın eline vermişsin de haberin yok. Sen gerçekten tarikatli olsaydın, Firavun veya Nemrud gibi kurulduğun o 100 bin dolarlık lüks araba ile gezmezdin. Onu satar, yerine yirmi otuz bin dolarlık orta bir araba alırdın (o bile çok…), kalan para ile Allah yolunda hayır hasenat yapardın, âhiret yolculuğu için kendine azık hazırlardın.

Söz uzadı, çok konuştum. Okuyanlara selâm olsun… 01 Ekim 2003