Perşembe

 

Akıl almaz haberler, bilgiler, rivayetler… Adam hem 33 dereceli bir mason üstad-ı âzamı, hem önemli bir Bektaşi “Baba”sı ve -olacak şey değil- hem de Sabataycı… Bu zat Ankara’daymış ve uzun yıllardan beri masonluğu, Bektaşiliği, Sabataycılığı birlikte götürüyormuş.

Mason ve Sabataycı olan bu zat nasıl bir Bektaşidir? Tabiî ki, Şeriat’ı tanımayan, namaz kılmayan, İslâm dininin kesin emir ve yasaklarına riayet etmeyen Laik ve çağdaş bir Bektaşi. Halbuki benim bildiğim Tarikat-ı Aliyye-i Bektaşiyye Şeriat dairesi içinde bulunan, sabah namazından önce ve sonra zikir ve evrad ile ilgili kuralları olan, Kutbü’l-âmilîn ve Gavsü’l-vâsılîn Hacı Bektaşı Velî kaddesallahu sırrehülâli hazretlerinin Kitabullah’a, Sünnet’e uygun yolundan ve izinden yürüyen ulu bir tarikattır. Bizim mason ve Sabataycı zat ise bunların tam tersine hareket etmektedir.

Bektaşilik bir İslâm tarikatıdır. Açıkça ilân ve beyan etmese de Yahudi olan bir Sabataycının bir İslâm tarikatının babası, yâni şeyhi görünmeye hakkı var mıdır?

Bu zatın ismi, hüviyeti mâlumdur, ancak bugün açıkça yazmıyorum. Gerekirse ileride açıklayacağım.

Gelelim başka bir Sabataycılık vak’asına:

Aslen Bektaşi ve Arnavut olduğunu iddia eden, doğru dürüst subhâneke bile okuyamayan, daha sonra kendini Tarikat-ı Aliyye-i Mevleviyye şeyhi gibi gösteren, kadın erkek karışık âyinler yaptıran, hiç çekinmeden rakı içen bir “Demci Dede” vardı ya, işte o da Arnavut değil Sabataycı imiş.

Olmaması gereken işlerin ikincisi de budur.

Sanki bazı Sabataycılar İslâm dinini bozmak, cahil Müslümanların kafalarını karıştırmak, tarikatları dejenere etmek için seferber olmuşlardır. Maalesef bazı İslâmî cemaatler ve baronlar da bunların kimisini teşvik ve himaye etmektedirler.

Müslümanların paralarıyla kurulan, İslâm’a ve Ümmet’e hizmet edeceği söylenen bir televizyonda programlar yapan, geniş kütlelere Müslüman olarak tanıtılan, her programına milyar ödenen zatın aslında koyu bir Musevî olduğunu yazmıştım. Bu zat, çocuklarının başına Yahudilerin dinî takkesini geçiren, kendi diniyle mütedeyyin bir kimsedir. Peki böyle bir kişi nasıl oluyor da, milyonlarca Müslüman Türkiyeliye mühtedi olarak gösteriliyor? Bir vatandaş Yahudi ise Yahudi, Hıristiyan ise Hıristiyan olarak görünmeli değil midir? Bizim böylelerine dininden ötürü bir şey dediğimiz yoktur. Lakin sahte mühtedilerden, ajanlardan hoşlanmıyoruz. Böyle bir şey ahlâka uymaz.

Sabataycılığın temel prensiplerinden biri de “Benzeme, benzet” ilkesidir. Bektaşi ve Mevlevi tarikatlarına giren babalık, dedelik eden Sabataycılar hangi gayeyi gütmektedirler? Bunların, inanmadıkları, mensubu olmadıkları bir dinin mistik kuruluşları içinde yerleri var mıdır?

Lisan ve Edebiyat Buhranı

Türkiyeli bir okur yazar olarak Türkçe konusunda ne kadar feryat etsem azdır. Bu memleketin, bu milletin, bu devletin dili Türkçedir. Yarım asrı geçen bir zamandan beri genç nesillere doğru dürüst Türkçe öğretilmemektedir. Şu anda milletçe konuştuğumuz Türkçe bir çarşı pazar, günlük iletişim dilidir. Bu üç beş yüz kelimelik Türkçe ile medeniyet, kültür, sanat, tefekkür olmaz.

Millî eğitimimiz, liselerimiz Türkiyeli çocuklara, gençlere zengin edebî Türkçeyi öğretemiyor. Lisansız kalmış durumdayız. Lisansız bir millet, lisansız bir ülke, lisansız bir devlet yaşamaz.

Bir milleti millet yapan lisandır. Lisan elden gidince millet sürü haline dönüşür.

Büyük çoğunluk lisan buhranının farkında bile değildir. Aydınlar lisan ve edebiyat meseleleri üzerinde durmuyor.

Hangi tedbirlerin alınması gerekiyorsa onların bir an önce hayata geçirilmesi, tatbikata konulması idarecilerin boynunun borcudur.

Edebî ve zengin Türkçeyi bilmeyenlere kesinlikle lise diploması verilmemelidir.

Türkçenin Fransızca, İngilizce, Almanca gibi büyük, zengin, medeni bir lisan haline gelmesi için bütün çare ve çözümler bulunmalıdır.

Üç beş yüz kelimelik sokak Türkçesi bir zeka özürlüler dilidir. Ünlemlerle, homurtularla, iniltilerle, “yuh be!”lerle, “amma da kral”larla lisan olmaz.

Mikrofonların önünde ıkına sıkına, bin bir zahmetle, bir sürü gramer ve edebiyat hatâsı yaparak, ıkınmaktan neredeyse altını dolduracak hale gelerek zar zor Türkçe konuşan aydınlarla, okumuşlarla, politikacılarla, liderlerle bu memleket her gün biraz daha batmaya mahkumdur.

Türkiyeli bir okur yazar, ne kadar Türkçe biliyorsa o kadar aydın, medenî bir adamdır.

Türkçeye yapılan suikastlar Türkiye’ye yapılmış demektir. Bizi dıştan yıkamayan düşmanlar dinimize, dilimize, kimliğimize, kişiliğimize, kültürümüze, tarihi devamlılığımıza suikastlar tertipleyerek bizi bugünkü hale getirmişlerdir.

Lisan ve edebiyat kendi kendine sadeleşir, tekâmül eder, zenginleşir, güzelleşir. Oligarşik rejimlerin, tek parti diktatörlüklerinin resmî ideolojilerin lisana ve edebiyata müdahale etmeye hakları yoktur.

Gazeteler saçma sapan manşetler atıyor, incir çekirdeğini doldurmaz konularda feryatlar kopartıyorlar da, bir gazete çıkıp da lisan ve edebiyat buhranı meselesini manşetten vermiyor.

Lisan ve edebiyat yozlaşınca en zeki çocuklar ve gençler bile zeka özürlü derecesine düşer.

Büyük, güçlü, üstün milletleri böyle yapan unsurların başında lisan ve edebiyat gelir.

Liselere gelecek yıldan itibaren mecburi Osmanlıca dersleri konulmalıdır. Bu millet, bu ülke bin yıl boyunca İslâm-Kur’an yazısını kullanmıştır.

Japonya’yı Japonya yapan Japon dili, Japon yazısı, Japon ideogramlarıdır.

Lisanın sade, basit, fakir, arı olmasını istemek ahmaklıktır. Lisan bir yerde ne kadar zor, ne kadar zengin, ne kadar çetrefil olursa oradaki çocuklar, gençler onu öğrenirken o derece güçlü, azimli, sabırlı, üstün yetişirler. 12 Mart 1999