Salı

 

Bediüzzaman İkinci Dünya Savaşı ile altı yıl boyunca ilgilenmemiş, gazetelere bakmamış, durum nasıldır diye sormamış… Onun için en önemli mesele imanı kurtarmak, iman için hizmet etmekti.

Mahatma Gandi’nin halifesi Vinoba hakkında Portekizli bir rahibin kitabını okumuştum. Bu Hindu yirmi beş yıl boyunca para edinmemiş, eline para almamış, hattâ paraya bakmamış.

Bu devir insanları faniliklerle çok meşgul oluyor ve bu yüzden de ebedî şeylere bakamıyor.

Ebedî şeylerin en önemlisi ebedî mutluluğu kazanmak veya kaybetmektir. Maalesef zamane Müslümanlarının büyük bir kısmı hiç faydası olmayan faniliklere yöneliktir.

Gençlik fanidir.

Çoluk çocuk… Zenginlik mal mülk… Makam mevki rütbe… Ün, alkış, prestij…

Müzeyyen meskenler… Pahalı ve lüks binitler… Markalı ve gösterişli elbiseler…

Bunlar hep fani…

Çünkü dünya ve içindekilerin hepsi fanidir.

İslâm, insanları ahirete, ebedî yurda yönelik olmaya çağırıyor.

Dünya büsbütün ihmal mi edilsin? Hayır, öyle bir şey demedim.

Dünya bir sınav yeridir. Burada ekilecek, ahirette biçilecek.

Müslümanın ana değeri para olmamalı.

İnsan bir yaratık ve onun bir Yaratıcısı var. Niçin yaratmış, ne istiyor, O’nun rızasını kazanmak için nasıl yaşamalıyız, neler yapmalıyız? Müslüman için birinci madde budur.

Dini bir hobi gibi algılayanlar ilerde büyük zararlara uğrayacaklar.

Şu adama bakın, varlık meselesini bir kenara atmış ve hiç ölmeyecekmiş gibi dünya faniliklerine yönelmiş. Peki, öldükten sonra ne olacak?

Gaflet gaflet gaflet…

“İnsanlar uykudadır, ölünce uyanırlar…” buyurulmuş. Öldükten sonra uyanmanın faydası yok. Asıl marifet ölmeden uyanmak, yahut ölmeden önce ölmektir.

Şu Müslümanlara bakınız. Akılları fikirleri binada, şekilde, yüzeyde. Caminin kubbesi yüksek, minareleri uzun, hoparlörleri güçlü olsun… Bunun dinle, İslâm’ın esasıyla ne ilgisi var. Peygamberin mescidinde halı, kilim, hasır serili değildi, toprağa secde ediliyordu.

Meskeniyle, otomobiliyle, fahir libaslarıyla, yediği yemekle övünen, kibirlenen kimse Müslüman mıdır? Müslümansa nasıl bir Müslümandır?

Peygamber “Din nasihattir” buyurmuş. Gaflet içindeki insanlara kim nasihat edecek?

250 bin liralık lüks debbabe ile gezen şeyh mi?

Bundan 100 küsur yıl önce dünya yeni bir icat ile çalkalanmıştı. Borulu gramofonlar… Görenlerin akılları başlarından gidiyordu. Taş plağı koyuyorsun, zembereğini kuruyorsun ve cızırtılı bir ses şarkılar okuyordu. Ya Rabbi! Bu ne acayip, bu ne harika, bu ne olağanüstü bir aletti… Bugünkü bütün cihazlar, aletler dünün borulu gramofonları gibidir. Bir varmış, bir yokmuş… Fanilikler…

Bundan iki bin yıl önce eski Romalılar güzel evleriyle övünüyordu. Romalılar nerede, o güzel evlere ne oldu? Eskiler, dünya fanilikleriyle oyalandılar ve gittiler.

Her doğan, ölmek üzere doğar, her yapılan bina, yıkılmak için yapılır.

Aklı olan ölümsüz gerçeklere yönelsin, bütün dikkatini onlara versin. İman, İslâm, Kur’an, din, Şeriat, Sünnet, ibadet, itaat, hayır hasenat, iyi niyet, salih iş, Allah ile ticaret, Peygambere biat… bunlar fani değil.

Benlik, gurur, kibir, öğünme, para hırsı, hubb-i riyaset, sen ben kavgası… hepsi boş. Malına parana güvenme, onlar elinden çıkacak… Çocuklarınla övünüp oyalanma, senden sonra onlar da ölecek… Makam, mevki, başkanlık… Hepsi boş hepsi boş. Başını yukarıya kaldır, gözlerini semaya dik. Orada, ötelerden sana gönderilmiş bir mektup göreceksin. Oku ve gereğini yap.

Gerginlik Tuzağına Düşülmemelidir

Bizde, bildiğimiz normal siyasî partilerin yanında birtakım

“partimsi” kuruluşlar

da vardır. Bunların bazısı gerginlik, kavga, kutuplaşma, çekişme, tartışma çıkartmak istiyor.

YÖK bunlardan biridir.

İktidar maalesef bunların ekmeğine yağ sürmekte, yangına körükle gitmektedir.

YÖK başkanı hazırlanan sivil anayasa hakkında olumsuz çıkışlar yaptı. Halbuki çok açık çelişki içindeydi.

Çünkü vaktiyle, kendisi de bir hukukçu olarak bugün AKP’nin yapmak istediği şeyleri teklif etmişti.

Hükûmet YÖK başkanının olumsuz tavrına tartışma üslubuyla değil, gayet sakin bir şekilde şöyle bir cevap vermeliydi:

– YÖK başkanı sayın Teziç, raporunu hazırlasın, buyursun gelsin, meseleyi birlikte müzakere edelim, görüşelim… Kendisini bekliyoruz, şeref versinler buyursunlar..

Tabiî ki, sayın Teziç’ten iddialarını hukukî gerekçelerle desteklemesi istenecektir.

Bu yapılmıyor, lüzumsuz ve zararlı polemiklere girişiliyor. Karşı tarafın istediği zaten budur.

TÜSİAD da partimsi bir kuruluştur. İktisat, ticaret, sanayi, finans aristokrasisini ve oligarşisini temsil eder. Onlar da

“Laiklik bizim kanımıza, iliğimize sinmiştir…”

gibi hafif ve ucuz beyanlarda, üstü kapalı tehditlerde bulunuyor. Onlara da: Siz de buyurun efendim, raporlarınızı hazırlayın, gerekçelerini açık ve seçik yazın, bunları müzakere edelim… denilmiyor.

Memleketin balını kaymağını yiyen, millî gelirin yüzde 60’ını devşiren

Beyaz Türkler Partisi

de son derece tedirgindir. İran, Malezya, Şeriat geliyor… diye feryat edip ortalığı velveleye veriyor.

Bunlarla kesinlikle polemik yapılmamalıdır.

Peki ne yapılmalıdır? En geniş mânâsıyla siyasetten anlayan, cin fikirli, şeytana külahı ters giydirecek birtakım danışmanlar ile görüşülüp ona göre bir strateji takip edilmelidir.

İktidar, büyük bir medya babası ile anlaşmış ve ona büyük menfaatler ve avantalar temin ederek bir süre için muhalefetini önlemiştir. Bu da iktidarın lehinde olmamıştır. Böyle şeyleri gazeteler ve tv’ler pek yazıp yayınlamıyor ama şimdi hergün gelişen bir internet basını var, onlar yazıyor.

Büyük medya babasıyla yapılan anlaşma hukuka, ahlâka, vicdana aykırıdır. Böyle şeyler halk kitleleri tarafından iyi karşılanmaz.

YÖK’ün yanlış çıkışlarını çürütmek için yapılacak en iyi şey, onun anayasa konusundaki çelişkilerini, çok güzel hazırlanmış küçük bir broşürle kamuoyuna duyurmaktır. Böyle bir broşürün en az bir milyon basılması gerekir. Üslûbunun, tasarımının, ifadesinin son derece tesirli ve mükemmel olması gerektiğini söylemeye lüzum yoktur.

Yine hazırlanan sivil anayasa konusunda bir

“Pembe Kitap”

çıkartılabilir, militer anayasa taraftarı statükocuların çelişkileri, hatâları ortaya konulabilir.

Halkın yüzde 47’sinin oylarını alan siyasî iktidar, medya sahasında çok zayıftır. Partimsi kuruluşlar ise medyanın yüzde 75’inin desteğine sahiptir. Türkiye’deki medya tekeli, karteli, hegemonyası kırılmadıkça ülke huzura ve selamete kavuşmaz.

İktidar ne yapıyor? Kendisine saldıran bir medya devini susturmak için, önüne yağlı bir kemik atıyor. Bir müddet susacak, sonra yeniden acıkacaktır… Bu iktidarın birinci vasfı son derece tavizci oluşudur.

Tavize fazla bir şey demiyorum ama onun yanında mutlaka son derece cin fikirli, son derece

“siyasî”

olmak da gerekir. Yukarıda yazdım, tekrar edeyim:

Şeytana külahı ters giydirecek bir siyaset.

Bunun için son derece soğukkanlı, sabırlı, temkinli, firasetli, basiretli olmak gerekir.

Başörtüsü yasağı kalkarsa Türkiye İngiltere’ye, Norveç’e İsviçre’ye benzeycek, daha medenî bir ülke olacaktır

Siyasî tarih hocamız

Prof. Ahmet Şükrü Esmer

anlatmıştı: Yüksek siyaset ve dirayetiyle ünlü

Demir Şansölye

(başbakan)

Bismarck

bir gün Meclis kürsüsünde bir konuşma yapıyormuş,

muhalif milletvekilleri yüksek sesle bağırarak, sıra kapaklarına vurarak gürültü kopartmışlar, şamata çıkartmışlar.

Salonda uğultudan durulmuyor… Bismarck son derece büyük bir sükûnet ve umursamazlıkla sözlerine ara vermiş, cebinden bir gazete çıkartmış, gözlüğünü takmış ve onu okumaya (içinden)
başlamış. Gürültü, uğultu, şamata, patırtı bir müddet devam etmiş ve sonunda yavaşlamış ve bitmiş. Bismarck gazetesini katlamış, tekrar cebine koymuş ve konuşmasına kaldığı yerden devam etmiş…

Siyasette başarılı olmak için son derece sabırlı ve tahammüllü olmak gerekir. Çabucak parlayan öfkeli kimseler politikada başarılı olamaz. Öfkesini gemlemiş büyük bir siyasetçi bazen öfkelenir… O öfke gerçek değildir, rol yapmaktadır. Gerçekten öfkelenen kişi büyük siyasetçi olamaz.

Bugünkü muhalefet

son derece öfkeli, duygusal ve gerginleştirici yapıdadır. Ancak onların da rol yaptıklarını hiç unutmamak gerekir. İran, Malezya, Şeriat, eyvah!.. diye bağırdıklarına kimse aldanmasın. İnandıklarından değil, tiyatro yaptıklarından dolayı bağırıyorlar.

Parayla tutulmuş ağlayıcı karılar gibi…

Türkiye Müslüman bir ülkedir. Her medenî ülkede olduğu gibi halka din hürriyeti tanınırsa ve başörtüsü yasağı kaldırılırsa ülkemiz niçin İran’a veya Malezya’ya benzesin? İktidar çok hassas, çok duygulu, çok tepkili hareket ediyor ve bu yüzden de kaybediyor. Farz-ı muhal (olmaz ya) ben hükûmet sözcüsü olsam, gayet soğukkanlı, gayet sakin, içine biraz da mizah karıştırarak muhalefetin yaygaralarına cevap veririm.

Doğrudan doğruya hükümetin yapması doğru olmaz. Altmış dört sayfalık renkli resimli bir broşür hazırlanmalı, bunda medenî ülkelerin hepsinin üniversitelerinde başörtüsünün serbest olduğu, Fransa’nın resmî liseleri hariç her yerdeki okullarda başörtülü öğrenci olduğu, Müslüman doktor ve avukatların başörtüsüyle hizmet gördüğü, hattâ birçok ülkede Müslüman kadın polislerin başörtülerinin üzerine polis kepi geçirerek çalıştığı, 2 kere 2’nin 4 ettiği gibi isbat edilmeli ve bundan milyonlarca basılarak dağıtılmalıdır.

Başörtüsü düşmanları, kaybedilmiş bir dâvanın fuzulî avukatlığını yapıyorlar. Ünlülerden biri Yezidî kökenlidir. Olabilir… Lakin Yezidî diye Müslümanların din hürriyetini kösteklemeye hakkı yoktur. Başka bir ünlü Sabataycı, yani Gizli Yahudidir. Olabilir. Lakin o zat Gizli Yahudi olduğu için Müslüman çoğunluğun temel hakları ve hürriyetleri kısıtlanamaz, kuşa çevrilemez.

Filanca ateistmiş. O da olabilir. Onun dinsizliği ona, bizim dinimiz bizedir. O kişi ateisttir diye Müslümanlar niçin ezilsin?

Efendiler!… İran’ı, Malezya’yı, Arabistan’ı bırakın, demagoji yapmayın.

Başörtüsü serbest bırakılırsa Türkiye İngiltere’ye, Kanada’ya, İsveç’e, Norveç’e, Avusturya’ya, daha bir yığın medenî ülkeye benzeyecektir.

Fransa’da başörtüsü yasakmış. Yalan yalan yalan bin kere yalandır bu iddia. Orada sadece devlet liselerinde yasaklanmıştır ve bu yasak insan haklarına ve hukuka aykırıdır.

Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi Türkiye’nin başörtüsü yasağını tasdik etmiş…

Bu da kocaman bir yalan…

O mahkeme başörtüsünün yasaklanmasını esastan değil, prosedür olarak kabul etmiştir.

Leyla Şahin

dâvasından önce bir Türk Yahudisi Strasburg’ta yoğun kulis yapmıştı. Bunu da unutmayalım.

Başörtüsü yasağı veya zulmü, devletimizin değil, resmî ideolojinin, oligarşik rejimin en büyük ayıbı ve yüz karasıdır.

Devletimizi böyle bir şeyden tenzih ederiz. Merhum Özal sağ olsaydı, bunlar olmazdı. Ey Türkiye’nin Bismarck’ı!… Neredesin?… Zuhur et…

Cinayetler Rezaletler

Gazetelerdeki haberleri okuyor musunuz? Evden sık sık kaçan 15 yaşındaki kızının boğazını sıkmış, sıkmış ve öldürmüş… Bir genç anasını sopayla döve döve öldürmüş… Beş yaşındaki bir çocuğun cinsel uzvunu kesmişler… On beş yaşındaki bir turist kıza tecavüz etmişler… Anasını babasını öldürenler, evladını öldürenler… Adamın biri sokakta giderken gülmüş; ulan bize mi gülüyorsun demişler ve onu da öldürmüşler…

Akla hayale gelmeyen dolandırıcılıklar, hırsızlıklar, karmanyolalar…İst. Ümraniye taraflarında büyük bir market açılmış. İlk gün yüzde 50’ye varan indirimler yapılacakmış. Bilgisayar, telsiz telefon, bunlara benzer cihazlar satılıyor… Bir gün evvelden binlerce kişi kuyruğa girmiş. Mağaza civarında 7 bin otomobillik bir kuyruk oluşmuş. Bekleyenler sahuru kuyrukta yapmışlar. Sabah dükkan açılınca binlerce kişi barikatları aşmış ve çılgınlar gibi mağazaya hücum etmiş… Kalabalığı polisler zapt edememiş. Bir müddet sonra kepenkler indirilmiş… Tam bir rezalet, tam bir cinnet.

Bir televizyon programında profesörün biri

“Hayır, kutsal olan başörtüsü değildir, en kutsal bez dondur don!…”

diye bağırmış. Başka bir profesör (İlahiyatçı!) İslâm’da tesettür yoktur, tesettür kıyafeti rahibelere mahsustur hezeyanını savurmuş.

Birileri koro halinde İran, Malezya, eyvah Şeriat geliyor!.. diye bağırıyor. Şeriat gelirse hırsızların eli kesilecekmiş…

Ege bölgesinde akıl almaz derecede ucuz tatil turları yapılıyormuş. Ucuzluğun sırrı çözülmüş: Bazı konaklama tesislerinde yemekler yaban domuzu etiyle yapılıyormuş.

Ramazan, münasebetiyle marketlerde son derece ucuz köfteler ve dönerler satılıyormuş. Etin yanında manipüle edilmiş soya kıyması kullanılıyormuş…

Karı satışı yüzünden hapse atılan bir bürokrat

“Ben pezevenk değilim, beni pezevenk gibi gösteremezsiniz!..”

diye feryat ediyormuş.

Ermeni gazeteci Hrant Dink’i öldüren delikanlı hapishanede başını duvara vurup sabahlara kadar “Beni yaktılar, beni kullandılar!..” diye bağırıp ağlıyormuş. (Bu gidişle onu “intihar” ettirebilirler. Ölünce ağlamaz, başını duvara vurmaz ve kimseyi “rahatsız” etmez.)

Ülkede bir rivayete göre 7 milyon işsiz varmış… Milyonlarca vatandaş sefalet içindeymiş… Onlara iş ve aş temin etmek için bol bol laiklik edebiyatı yapılıyor…

Beş kişi sokakta giden başörtülü bir kızı dövmüşler. Oradan tesadüfen (veya tevafukan) geçen bir vatandaş kızı bir otomobile bindirip kurtarmış. Al sana mahalle baskısı…

Canlı yayında, yanlış tedavi yüzünden kızı ölen bir vatandaş suçlu bulduğu doktora bir yumruk vurmuş, adam sandalyası ile birlikte yere devrilmiş.

Trafik kazaları korkunç boyutlara ulaştı. Her gün yurdun çeşitli yerlerinde katliam gibi kazalar oluyor.

Türkiye cadı kazanı gibi… Toplumumuz sağlıklı, dengeli, normal bir toplum mu?

Nereye gidiyoruz?.. Bina ve zina… Ahlâksızlık, ehliyetsizlik, hıyanet, cinayet… Benlik, para hırsı, bin türlü fetişizm, fitne fesat, nifak şikak, fuhşiyyat…

Bu gidiş böyle arta arta sürerse nereye varacağız?

Mutlu, pembe, aydınlık ufuklara mı; yoksa bir kıyamete mi gidiyoruz? 27 Eylül 2007