Perşembe

 

Toplumdaki, siyasetteki, idaredeki, temel müesseselerdeki çürümeyi, kokuşmayı, çözülme ve dağılmayı tenkit eden öyle ağır ve canhıraş yazılar okuyorum ki, bunları bir köpeğe yedirseler hayvan kudurur. Köpek kudurur ama bizdeki bazı sorumlulardan tıs çıkmıyor. Onların vicdanları, idrakleri, beyin ve gönülleri taşlaşmıştır. Onların gözleri bağlanmış, kulakları tıkanmış, kalpleri nasırlaşmıştır. Onlara uyarı okları işlemez. Haram kazançlar ve servetler onları adeta delirtmiştir. Onlar kendi ikbal ve prestijlerinin sarhoşluğu içinde zom olmuşlardır. Cihan yıkılsa uyanmazlar, kendilerine gelmezler.

Birkaç ay önce Cezayir’de zelzele olmuştu. Le Monde gazetesinde, âfetten sonra halkın camilere koştuğunu, Allah’a ve dine sığındığını okudum. Bizde felaketler, âfetler, musibetler yağmur gibi yağıyor ama bunlardan ibret alıp da kendini düzelten görülmüyor. Bazen yatsı namazlarını Sultanahmet Camii’nde kılıyorum, bir saf bile cemaat olmuyor. İstanbul’da yüzbinlerce Müslümanın otomobili var, hafta sonları bunlardan bin kadarı otomobillerine binip Sultanahmet Camii’ne yatsı namazına gelseler cemaat çoğalmış olur. Gelmezler…

Tarihe bakıyoruz: Nice toplum, nice devlet batmış. Nice ülke perişan ve harap olmuş. Niçin batmış onlar? Azgınlıktan, ahlâksızlıktan, günahtan, nifak ve şikaktan, tuğyandan, isyandan, adaletsizlikten, haksızlıktan, zulümden, hırsızlık ve rüşvetten, lüks ve israftan batmışlar.

Türkiye vahim şekilde hastadır, aldıran yok, ilgilenen yok. Bir değil, iki değil, birkaç değil… Türkiye’nin bütün çivileri çıkmıştır. Bunun sonu büyük felaket, büyük yıkım, büyük çöküştür.

Bana “karamsarsın” diyorlar. Hayır, karamsar değil, gerçekçiyim, Ben deve kuşu değilim ki, başımı kuma sokup, “Bunlar önemli değildir, her şey düzelecekir” diyeyim. Bu gidişin, bu çürüyüşün, bu genel kokuşmanın sonu iyi değildir. Uzun yıllar boyunca rüzgâr ekmişlerdi, şimdi fırtına biçme zamanı gelmiştir.

Bir ara bir başyazar iftiharla “Biz tarihte ilk defa mâbetsiz bir şehir inşa etmiştik” diye yazmıştı. Mezarından hortlasa da, mâbetsiz şehrin ve şehirlilerin ülkeyi ne hale getirdiklerini görse. Bir başka azgın, “Bana otuz sene mühlet veriniz, bu memleketten dinin kökünü kazıyayım” diye haykırmıştı, bir grup toplantısında.

Din ve ahlâk sarsılınca her şey sarsıldı. İnançlarını ve ahlâklarını yitiren fertler ve toplumlar canavarlaşır, onlar sadece mideleri ve şehvetleri için yaşar. Gerçek din gidince yerini sahte dinler alır. İmanını yitirenlerin dini imanı para olur.

Dinsizlerin saldırgan, cesur, azgın, gözükara; dindarların korkak, mıymıntı, mızmız, âciz, pısırık olduğu bir ülkede sabah olmaz, güneş doğmaz.

Bir kasabada on üç yaşındaki bir kıza bir yığın, bir sürü sözde saygın kişi tecavüz ediyor. Hadise duyuluyor. Duyuluyor da ne oluyor? Halkımızda yeterli tepki gücü olsaydı ülkenin birkaç yerinde bu iğrenç hadiseyi lânetlemek için milyonluk mitinglerin, yürüyüşlerin yapılması gerekirdi. Maalesef hiçbir halk hareketi olmamıştır. Devlet, ülke, millet soyuluyor, seyrine bakıyoruz. Merhum Üstad Necip Fazıl’ın bir cümlesini hatırlıyorum, “Herifin kapısının önündeki paspas üzerinde kızının ırzına geçiyorlar, zavallı feryad ediyor ama içeride herifin kılı kıpırdamıyor…”

Din ne diyor, ne öğretiyor? “Bu dünya bir imtihan yeridir, burada ne yaparsan ahiret aleminde, Büyük Hesap Günü’nde onun karşılığını göreceksin. Zerre kadar iyilik yaptıysan onun mükafatı sana verilecek, zerre kadar kötülük yaptıysan onun cezasını çekeceksin…” Dine saldıranlar, inançsız bir toplum meydana getirmeye çalışanlar bu inancın yerine ne koydular? Ne koyabilirlerdi?

“Bu dünyaya bir daha gelmeyeceğiz, zevk ü sefa namına ne yaparsak yanımıza kâr kalır… İleride hesap kitap vermeyeceğiz, keyfimize bakalım… Namus, fazilet, iffet, doğruluk… Bunlar boş şeylerdir…” Onların inançları, hayat felsefesi budur. Bozulmadık, kirlenmedik, çivisi çıkarılmadık müessese bırakmadılar.

Uyaranları, tenkit edenleri, yapmayın etmeyin diyenleri tehdit ettiler, susmayanları tenkil ettiler.

Şu güzelim ülkeyi ne hallere getirdiler. Üç tarafı denizlerle çevrili, ılımlı bir iklime sahip; ovaları, yaylaları, gölleri, nehirleri, madenleri, harika sahilleri olan şu cennet gibi memleketi uğursuzluklarıyla, ahlâksızlıklarıyla, sapıklıklarıyla mahv ettiler. Bastıkları yerde ot bitmiyor musibetlerin.

Bir Japonya’ya bakalım, bir bize. Onlar 1945’te iki atom bombası yediler ve kayıtsız şartsız teslim oldular. Milyonlarca ölü vermişlerdi. Şehirleri harap olmuş, taş üstünde taş kalmamıştı, Düşman ordusu ülkelerini istila ve işgal etmişti. Japonlar geleneklerine, millî kültür ve kimliklerine sarıldılar; bütün yaraları sardılar ve yeniden refaha ve bayındırlığa kavuştular. Onlarda ahlâk ve fazilet vardı. Japon için vazife ve sorumluluk kutsaldı, vazifesini yapamayan gerekirse intihar ediyordu. Biz ikinci dünya savaşına girmedik ve halimize bakınız.

Hiçbir ülke dinsizlikle, ahlâksızlıkla, içkiyle, zinayla, dansla, fısk u fücurla, faizle, rantla, repoyla, hortumlama ile, rüşvetle, irtikâbla, devleti ve belediyeleri soymakla, alengirli taahhüt dalavereleriyle pâyidar olamaz, ayakta kalamaz. Bunların sonu batmaktır, çökmektir, yerlere serilmektir.

İslâmcı kesimdeki birtakım şarlatanlara, arivistlere, soytarılara, hokkabazlara bakınız. Devletin, vatanın, halkın perişan ve feci haline bakmıyorlar ve hâlâ avanta peşinde, menfaat peşinde, ikbal peşinde koşuyorlar. Efendiler! Bu gidişiniz nereyedir? İyi biliniz ki, siz Mevlâ’ya değil, belâya doğru koşuyorsunuz!..

Bizde yeterli vicdan olsa, ülkemizin haline her gün ağlamamız gerekir. Ağlamıyorsak, ağlayamıyorsak ben ve siz, hepimiz bozulmuşuz demektir.

Tıbbî kuduz illetinin aşısı vardır, serumu vardır. Toplumsal, siyasî, kültürel kuduzluğun tedavisi çok zordur. Radikal tedbirler alınması, kökten değişiklik yapılması gerekir.

Bütün pislikler, bütün kirler, bütün kokuşma unsurları yerli yerinde duracak ve Türkiye kolayca kurtulacak. Yok canım! 04 Temmuz 2003