Hindistan Başbakanının Makam Otomobili
Milli Gazete-Köşe Yazıları
- 02 Şubat 2019
Çarşamba
Hindistan’ın yeni başbakanı
öneki iktidar tarafından Almanya’dan getirtilen zırhlı BMW’lere binmeyeceğini, onların yerine Hindistan’da üretilen 1957 Morris Oxford otomobillerini makam aracı olarak kullanacağını açıkladı.
Gazetelerde küçük bir magazin haberi şeklinde yer alan bu haber hepimizi derin derin düşündürmelidir. Önce, tevazuu (alçakgönüllülüğü) ve dürüstlüğü ile tanınan ve eski bir iktisat profesörü olan Hint başvekili candan tebrik etmek gerekir. Sonra:
(1) Ülkesinde otomobil sanayii bulunan, otomobil üreten bir ülkenin büyük devlet adamları, başbakanı, başkanları, genel müdürleri, büyükelçileri yerli arabalara binmelidir. Böyle yapmadıkları taktirde kendilerini, ülkelerini inkâr etmiş olurlar.
(2) Türkiye kırk senedir otomobil ürettiği halde, cumhurbaşkanının, başbakanının, bakanlarının, genel müdürlerinin, büyükelçilerinin binebileceği limuzinleri niçin üretememektedir? Ortada bir yetersizlik, bir acz, bir gerilik olduğu gün gibi ayan beyandır. Bunun sorumluluğu elbette Türk halkına ait değildir.
(3) Sanayileşmeye bizden sonra başlayan Güney Kore, otomotiv sahasında dünyaya parmak ısırtacak bir hamle yapmış, başarı kazanmıştır da Türkiye niçin bu sahada geri kalmıştır? Ülke politikacılarının, aydınlarının, sorumlularının, yüksek idarecilerinin bu konuyu sorgulaması gerekmez mi?
(4) Fransa cumhurbaşkanı bir Alman otomobiline biner mi? Elbette binmez. İsveç kralı veya başbakanı bir İngiliz otomobiline biner mi? Elbette binmez. Peki Türkiye cumhurbaşkanı, başbakanı ve diğer devlet ve hükümet büyükleri niçin yabancı otomobillere biniyorlar?
(5) Bilhassa muhterem Sanayi Bakanı beyefendiye sormak gerekir: Zat-ı âliniz, Türkiye’nin sanayi işlerinden sorumlu kişi olarak niçin yerli malı bir otomobille gezmiyorsunuz?
(6) Bizde zaten yüzde yüz millî ve yerli bir otomotiv sanayii yoktur. Kendi dehamızın eserlerini değil, yabancıların demode, çirkin, geri otomobillerini yıllar boyu ürettik ve iç piyasayı tokatladık. Hiç olmazsa, ülkemizde birkaç bin lüks limuzin üretebilir ve bunları devlet ve hükümet büyüklerinin hizmetine verebilirdik.
(7) Ülkenin zengin, seçkin, yüksek tabakası yerli otomobil kullanıyor mu? Maalesef kullanmıyor. Bizim yerli otomobillerimiz halka mahsustur. Büyüklerimiz, efendilerimiz, seçkinlerimiz, patrisyenlerimiz, zâdegân tabakamız, yüksek kastlara mensup olanlar, brehmenlerimiz en lüksünden, en pahalısından, en şatafatlısından yabancı otomobillere binerler. Bu zihniyetle, bu uygulama ile yerli-millî güçlü bir otomotiv sanayii kurmamız elbette mümkün olmazdı. Nitekim olmamıştır.
(8) Sultan Abdülhamid, Yıldız Sarayı’nda kendisine yakın hizmetlerde bulunan Mabeyn-i Hümâyun mensuplarından birinin üzerinde yeni bir elbise gördüğü vakit “Elbiseniz hayırlı olsun, güle güle giyiniz. İngiliz kumaşı değil mi?.. Benimki, Hereke fabrikası mâmülü kumaştan dikilmiştir…” şeklinde, hem tebrik eder, hem de nazikçe iğnelermiş. Devlet, hükümet, idare büyükleri yerli otomobillere binecekler ki, zenginler ve seçkinler de onları taklid etsinler, onların izinden gitsinler.
(9) Son otuz kırk yıl içinde Türkiye bir “Otoçağı” yaşadı, “Oto-Toplum” oldu. Sanırım kırk yıl içinde otomobile bir trilyon dolardan fazla masraf yaptık. Bir vasıta, bir binit olan otomobili ana bir değer haline getirdik. Otomobil din-iman haline geldi. İnsanlarımız lüks, pahalı, şatafatlı, kaliteli otomobil almakla değer kazanacakları kuruntusuna kapıldılar.
(10) Bir milyar nüfuslu Hindistan bizim gibi yapmadı. Orada en çok üç tekerlekli küçük otomobiller üretilir.
(11) Otomobil sanayii konusunda Güney Kore ile Türkiye’yi mukayese ettiğimiz (karşılaştırdığımız) taktirde utanmamız gerekir. Onların otomobilleri yıllardan beri ve şu anda da Paris’te, Berlin’de, Londra’da, New York’ta, dünyanın en ileri ve zengin ülkelerinde satılmaktadır. Bu şehirlerde acaba bir tek Kartal’a, Şahin’e, Serçe’ye rastlamak mümkün müdür?
(12) Türkiye’yi bir iktisadî ve kültürel sömürge haline getirmek isteyen yabancılar, ülkemizde güçlü, vasıflı, üstün, ileri bir otomobil sanayii kurulmasını istememişler, emirlerindeki işbirlikçilerin böyle otomobil üretmelerine izin ve icazet vermemişlerdir.
(13) Onbeş yirmi medeniyetin mirasına sahip Türkiye’nin otomobil dizaynı konusunda dünya birinciliğine oynaması gerekmez miydi? Otomobilcilik tarihinin ünlü ve büyük ismi Bugatti “Güzel olmayan bir otomobil iyi bir otomobil değildir” demiştir. Sokaklarımızı, caddelerimizi, meydanlarımızı dolduran Türk yapısı otomobillere bakınız; bunlar dizayn ve estetik bakımından dünya arabalarıyla boy ölçüşebilir mi? Peki niçin sorgulamıyoruz? Bu kadar çapsız, çirkin, şekilsiz, estetiksiz otomobilleri nasıl yapabildik, nasıl üretebildik?.. Süleymaniyeleri, Selimiyeleri, Sultanahmet’leri, Ulucamileri inşa eden bir toplum nasıl olur da, çirkin, ucube, gudubet otomobiller üretebilir. Türk çocukları içinde, otomobil dizaynı sahasında deha çapında, son derece başarılı uzmanlar ve sanatkarlar çıkıyor ama dahilde çalışıp hizmet veremiyorlar, zengin Batı ülkelerinde çalışabiliyorlar. Neden? Türklerin, Türkiye’nin, Müslümanların güzel, kaliteli, üstün, vasıflı otomobil üretmelerini yasaklayan gizli protokollar mı vardır?
(14) Bazı Pembe’ler “Biz otomobil konusunda şunu yaptık, bunu yaptık, çağ atladık…” şeklinde edebiyat yapıyor. Onlara şunu demek gerekir: Efendiler, sadece yaptıklarınızı anlatmakla kendinizi temize çıkartamaz ve aklayamazsınız. Önemli olan husus şudur: Eldeki imkânlarla neler yapılabilirdi? Yaptıklarınızla, yapabilecekleriniz arasındaki uçurumu görmüyor musunuz? Bizim Güney Kore’den ne eksiğimiz vardı ki, onlar fevkalade ilerlediler, başarılı oldular da biz bugünkü durumda kaldık?
(15) Türk aydınları, Türk idarecileri, Türkiye’den sorumlu olanlar şu soruya cevap vermek zorundadırlar: “Türkiye niçin Güney Kore, Tayvan, Singapur, Hindistan gibi ilerlemedi? Onlar da doğu ve Asya ülkesi, biz de… Bizim onlardan geri kalmamızın sebepleri nelerdir?..” Bu soruları sormadan, cevaplarını araştırmadan içine düştüğümüz bataktan ve tuzaktan nasıl kurtulacağız?
Sorgulama yapmayan bir toplum olduk. Tepkisiz bir toplum olduk. Birtakım Pembe’ler bizi sömürmek, bizi gütmek için bizi öylesine sersemlettiler ki, aklımızı, mantığımızı kullanamaz hale geldik, düşünemez hale geldik.
Türkiye bugünkü hale düşecek ülke miydi? Elbette değlidi. O halde bu ülkeyi, bu halkı, bu devleti bugünkü hale hangi ölü veya diri şahıslar, hangi ideolooji, hangi felsefe getirmiştir?
Ortadoğu’nun Japonya’sı olabilecek bu ülke bugünkü korkunç borç batak ve tuzağına nasıl düşürülmüştür? Devlet, topladığı vergilerin büyük kısmını borç faizlerine yatırıyor.
Devlet şu anda yirmi kadar tefecinin pençesinde çırpınıyor. Türkiye büyük ve korkunç bir malî krizin arefesindedir. Ülkenin dominant unsurunu teşkil eden Müslümanlar dinî dernek kuramazken, İslâm’ı yaymak için “İslâmî Misyoner Teşkilatı” kuramazken Hıristiyan misyonerlere alabildiğine imkân ve hürriyet tanınmıştır.
Biz Müslümanlar bu ülkede devletten bağımsız bir “İslâm Üniversitesi” kurabiliyor muyuz? Kuramayız. Yasaktır. Peki o halde Ortodoksların Heybeliada’daki Ruhban okullarını niçin açıyorlar? Önce, Müslümanlara misyonerler ve Ortodokslar kadar hürriyet, imkân vereceksin, eşitlik tanıyacaksın, ondan sonra Ruhban okulunu açabilirsin. Müslümanın eli kolu bağlı, misyonerler alabildiğine hür ve serbest. Böyle eşitlik, böyle adalet, böyle hürriyet olur mu? 15 Temmuz 2004