Cumartesi

 

Rahmetli annem 1908’de Üsküdar’da, Karacaahmed Mezarlığı’ndan çarşıya doğru inen yolun kenarındaki küçük bir ahşap evde doğmuş.

Aradan altmış küsur yıl geçtikten sonra bir gün merhume teyzem Hamdune hanımla birlikte o sokağa gitmişler, evin kapısını çalmışlar. Açan kişiye

“Bizim çocukluğumuz bu evde geçmişti, izin verirseniz kısa bir müddet için girebilir miyiz?”

demişler. Eksik olmasınlar evdekiler

“Tabiî, buyurun efendim”

diyerek onları içeriye almış ve iki ihtiyar kadın orada mezarlığa bakan sedire oturup hıçkıra hıçkıra ağlamışlar.

Üsküdar Belediye Başkanı

Yılmaz Bayat

beyefendi ile hususî kalem müdürü

Veli Saylam

beyefendinin gayret ve himmetleriyle yayınlanmış olan

“Vakar ve Hüzün – Üsküdar Fotoğrafları”

(1999 İst.) başlığını taşıyan güzel kitabı tedkik ederken birden bire hatırıma annemle teyzemin o eski küçük Üsküdar evine gidip ağlamaları geldi.

Benim Üsküdar ile ilgili hatıralarım

40’lı yıllara

kadar dayanır. 1940’da Galatasaray mektebinin Ortaköy’deki ilk kısmına yatılı olarak kaydedilmiştim. Mektep binası deniz kenarındaydı.

Tam beş yıl Kuzguncuk’u, Üsküdar’ı seyrettim.

Üsküdar o zamanlar bugünkü gibi taş ve beton yığını değildi.

Ahşap eski zaman evleri, bahçeler, ağaçlar beldesiydi.

Nüfusu azdı, halkı muhafazakârdı, dindardı. Vapur iskelesine çıktınız mı tramvaylar vardı. Bir hattı ta Kısıklı’ya kadar giderdi. Kadıköy tramvayına binerseniz aktarma yaparak Bostancı’ya, Moda’ya, Fenerbahçe’ye kadar uzanabilirdiniz.

Ben yıllarca Üsküdar’da oturdum.

50’li yıllarda Sultantepesi’nde Kazanlı Abdullah beyin köşkünün bir bölümünde kiracı olarak ikamet ettik. Abdullah bey Bolşevik ihtilâlinde Rusya’ya gitmiş ve bir daha dönmemiş.

Köşkte çok zengin bir kütüphanesi varmış.

Bizim kiracılık zamanımızda

kızı Naciye hanım

vardı. Naciye hanımın zevci

doktor Sibgatullah

beymiş.

Abdullah Battal Taymas, bir kitabında Sibgatullah beyi, kendisine muayene için gelen fakirlere, reçete kağıdının içine dürerek ilaç parasını da verdiğini yazar. İslâm tıbbında böyledir. Zengin müşteriler vizite ücreti verirler, fakirlerden ise para alınmaz.

Şimdi Müslüman tabibler bu güzel töreyi devam ettiriyor mu?

Kazanlı Abdullah beyin köşkü geniş bir bahçe içindeydi.

Boğaz, Dolmabahçe Sarayı, Cihangir bütün nefasetiyle görünürdü.

Gece yatakta, denizden geçen buharlı gemilerin uskur

(pervane)

gümbürtülerini duyardım. Fecir vakti, Beşiktaş’taki Sinan Paşa Camii’nde okunan ezanlar da duyulurdu. Bitişikteki köşk vaktiyle

Vefik Ahmet Paşa’ya aitmiş.

Biraz yukarıda

Özbekler Tekkesi

vardı.

Üsküdar’da Paşalimanı Caddesi’nden yukarı çıkan Hüseyin Baykara Sokağı’ndaki bir evde de bir sene kiracı olarak ikamet ettim.

Fıstıkağacı civarında da oturduk.

Merhum üstad Mahir İz beyefendi o semtte doktor Keleşyan’a ait bir evde otururdu.

Fıstıkağacı’ndan Üsküdar’a doğru inerken her taraf boştu, kırlık araziydi. Bostanlar vardı. Sağ tarafta Selanik Dönmeleri Mezarlığı -ki halen duruyor- yer alırdı. Çok eskiden oralarda bülbüller öter, halk dinlemeye gelirmiş. Şimdi bülbül falan kalmadı, her yeri kargalar sardı. Çılgın ve kuduz yapılaşma esnasında

tarihî fıstıkağacını bile kesip attılar. Ah, o ağaca nasıl kıydılar?

Köprü’den Üsküdar’a küçük buharlı gemiler sefer ederdi.

İnbisat, İnşirah, Halâs…

Bugün gazetesini çıkardığım yıllarda

Cağaloğlu’ndan Eminönü’ne iner, gece yarısından sonra kalkan en son vapurla karşıya geçerdim.

Vapurun yaşlı bir çaycısı vardı. Garsonu yoktu, önce çayı demler, sonra bardakları tepsiye doldurur, müşterilere dağıtırdı. Bana

“ister misiniz?”

diye sormazdı. Onun devamlı müşterisiydim. Çok güzel çay yapardı. Eminönü’ndeki son vapuru kaçırdığım zaman Kabataş’a yollanır, oradan karşıya araba vapurlarıyla geçerdim. O tarihte Boğaz’da köprü olmadığı için bu vapurlar sabaha kadar çalışırdı. Yandan çarklı tarihî ve antika bir

Sahilbend

vardı ki, ona binmekten ayrı bir haz alırdım.

Üsküdar İskelesi’nin karşısındaki

Mihrimah Sultan Cami-i Şerifi’nin

arkasında bahçeli ahşap evler ve konaklar mevcuttu. Bunların hepsi yıkıldı, yerlerine suratsız beton binalar yapıldı. Bu yeni binalar ne kadar çirkin ve iğrenç…

Artık eski Üsküdar yok.

Eski köşkler, ahşap evler, yalılar tarihe karıştı. Tek katlı, tahta kepenkli küçük dükkanlar, salaş kahveler, Arnavut kaldırımları yok oldu. Eski insanlar, çarşaflı, siyah başörtülü ürkek ve hüzünlü kadınlar, utangaç çocuklar, mütevekkil halk başka bir âleme göçtü. Gerçekten hüzün verici bir değişim oldu. Bunu herkes anlamaz.

Üsküdar Belediyesi’nin neşrettiği

“Vakar ve Hüzün – Üsküdar Fotoğrafları”


başlıklı albüm gerçekten sanatkârâne bir kitap. Belediye Başkanı Yılmaz Bayat beyi ve esere emek veren diğer kişileri tebrik ediyor ve buna benzer daha nice güzel kitaplar yayınlamaya muvaffak olmalarını niyaz ediyorum.

Şaşkın Fanatikler

“O Müslüman benim gibi düşünmüyor; benim meşrebimden ve mezhebimden değil; görüşleri ve tercihleri başka. O halde o kötü bir Müslümandır, yanılmaktadır…” Böyle hüküm verenler ne büyük bir hatâ ve şaşkınlık içindedirler.

Müslümanlar çeşitlilik içinde birlik teşkil ederler. Müslümanların meşreblerinin, mezheblerinin, görüşlerinin, tercihlerinin, tarikatlarının bir olması gerekmez.

Önemli olan Müslümanın itikadının sahih olması, Şeriat’ın kesin emirlerini yerine getirmesi, yasaklarından kaçınmasıdır. Meşrebi yüzünden Müslümanı tenkit etmek, sapıklıkla suçlamak büyük bir kendini bilmezliktir.

Müslüman Hanefî veya Şafiî olabilir, Nakşî veya Kadirî olabilir, medrese veya tekke zihniyetli olabilir, şu veya bu metodu uygun görebilir. Kimsenin bu yüzden ona hakaret etmeye, onu dışlamaya hakkı yoktur.

Bizim dinimiz İslâm dinidir. Mezhebimiz, tarikatımız, meşrebimiz, tercihimiz, görüşümüz, uygun bulduğumuz metod ve çalışma sistemi din değildir, din ile özdeşleştirilemez.

Mezhebi, meşrebi, tercihi, metodu, fırkayı, hizbi, cemaati din ile özdeşleştirenler sapıktır. Aşırılıkları ve fanatizmleri ile İslâm kardeşliğini zedelemekte, ümmet içine fitne ve fesat sokmakta, nifak ve şikaka sebebiyet vermektedirler. 21 Mart 1999