Çarşamba

 

Sultan Adülhamid zamanı âlimlerinden ve hukukçularından

Yusuf Ziya

efendinin

“Mir’at-ı Muhammediyye ve Menâkib-i Ahmediyye”

adlı kitabının (İst. 1313 Matbaa-i Âmire) 76. sayfasında

Hazret-i Fâtıma validemizle

(radiyallahu anha)

ilgili şöyle bir menkibe okudum!

“Tafsilatı siyer kitaplarında yazılı olduğu vech ile bir gün Resûlullah efendimiz Hazret-i Fâtıma’nın evini şereflendirdi. Onu deve yününden bir elbise giymiş olduğu halde pek melûl ve mahzun (üzüntülü, hüzünlü) bir halde görerek mübarek gözleri yaşardı. Üzgün halinin sebebini sorunca

“Şikâyet olarak değil, hikâyet

(anlatmak)

için söylüyorum: Üç gündür evimizde yiyecek bir şey yok. Bu açlığa ben kendim dayanırım ama Hasan ve Hüseyin yavrularımın, yaşlarının küçüklüğü dolayısıyla sabr etmeye güçleri kalmadı. Acaba Hak Teâlâ hazretlerine münacat eylesem

(dua edip istesem)

küstahlık olur mu?”

diye sordu. Resûlullah efendimiz

(sallallahu aleyhi ve sellem)

bu gibi belâlalara sabr ve tahammül etmenin âhirette mükâfata sebep olacağını beyanla, Yüce Allah’ın merhametli olduğunu, kullarının münacat ve dualarının O’nun katında küstahlık olmayacağını buyurdu. Bunun üzerine Hazret-i Fâtıma abdest alıp iki rekat namaz kıldıktan sonra Allah’a dua etti. Bu esnada Cebrail aleyhisselam geldi, Resûlullah efendimize

(Sallallahu aleyhi ve sellem)

“Yâ Resûlullah, Hazret-i Fâtıma melekleri coşturdu, git onun halini gör”

dedi. Peygamberimiz tekrar Hazret-i Fâtıma’nın hânesine gitti ve ona hitaben

“Ey Fâtıma! ‘Nahnü kassemnâ’yı oku. Hak Teâlâ’yı Kassam

(rızıkları taksim edici)

bil. Ta ki, meşakkâtler sana âsan

(kolay)

ola”

buyurdu ve mübarek elini onun göğsü hizasına koyarak

“Ya Rab, bunu açlıktan emîn kıl!”

diye dua etti. Hazret-i Fâtıma bundan sonra hiç açlık çekmemiştir.”

Müslümanlar Peygamber efendimizin, Ehl-i Beyti’nin, Ashabının, yâran ve dostlarının hayat hikayelerini, menkibelerini dikkatli bir şekilde ve devamlı olarak okumalı, ders ve ibret almalıdır.

Bakınız Resûl-i Kibriya aleyhi ekmelüttahaya efendimizin sevgili kızı Hazret-i Fatıma annemiz kaba deve yününden bir elbise giyiyor, evinde yiyecek bir şey olmadığı için sevgili çocukları

Hasan ve Hüseyin

efendilerimizle üç gün aç kalıyor ve küstahlık olacağından korkarak Allah’a yiyecek hususunda münacatta bulunmaktan çekiniyor. Babasına sorduktan ve küstahlık olmayacağını öğrendikten sonra duâ ediyor.

İşte Rasulullah efendimiz, onun mübarek Ehl-i Beyt’i, Ashab-ı Güzin’i böyle sabırlı ve tahammüllü insanlardı. Allah’ın hikmeti icabı başlarına gelen belâ, musibet ve sıkıntılara karşı sabr ederlerdi.

Seyyid-i Kâinat efendimiz

çok zaman aç kalırlar, sabr ederler, kimseden bir şey istemezlerdi. Onlar bu dünyanın bir imtihan yeri olduğunu, buradaki sıkıntılarına sabırla katlanmak gerektiğini iyi bilirler ve Müslümanlara da bu konuda örnek olurlardı.

Zamanımızın tahammülsüz, sabırsız, çürük çarık bazı Müslümanlarına bakalım. Eski büyüklerimiz bulmazlarsa sabr ve şükr ederler, bulurlarsa Allah yolunda sadaka olarak dağıtırlardı. Şimdikiler, bunca nimete şükürden vaz geçtik, şikayet ediyorlar. Allah meselâ tavuk kızartması ikram ediyor, çürük Müslüman hem yiyor, hem de

“Bu tavuğun tadı yok, eski tavuklar daha lezzetliydi”

diye küstahlık ediyor, küfran-ı nimette bulunuyor.

Allah, nimetlerini çoğalttıkça câhiller, gafiller ve fâsıklar daha da azıyor. Kitabullaha ve Sünnete aykırı olarak israf etmek, aşırı şekilde tıkınmak zamanımızın âdeti haline gelmiştir. Eline imkân ve para geçiren herkes en pahalısından, en lüksünden giyiniyor, yiyor içiyor, saray gibi meskenlerde oturuyor. Fakirleri, işsiz ve aşsızları düşünen ve Allah’ın kendisine verdiği nimetleri onlarla paylaşan kaç kişi çıkar milyonlarca Müslüman içinden?

Zamane insanları maalesef lükse, israfa, konfora, gösterişe mübtelâ olmuştur. Şu beyinsizlere bakınız: Mütevazı bir otomobile binmeyi şerefsizlik sanıyor. Bunların böcek kadar aklı yok!

Zengin olan halktan kopuyor. Lüks lokantalarda en pahalı yemekleri tıkınan adamlarda zerre kadar iz’an, vicdan, insaf olsaydı daha ucuz bir yerde yemek yerler ve artan parayı bir fakire verirlerdi.

Hicaz valisi Eyüb Sabri Paşa’nın Banet Süad Kasidesi şerhinde okudum, Hazret-i Davud aleyhisselam hükümdar olduğu halde son derece zühd ve riyazet içinde yaşar, üç gün hiç iftar etmemek şartıyla oruç tutar, demircilik yaparak helal kazanç temin eder, şahsî ihtiyaç ve masraflarını kendi elinin emeğiyle temin edermiş.

Kudüs-i şerifi Haçlılardan geri alan büyük Müslüman, büyük Sultan Selahaddin Eyyubî hazretleri kaç ülkenin hükümdarı olduğu halde, öldüğünde terekesinden

(mirasından)

cenazesini kaldırmaya yetecek parası çıkmadığı için eşinin dostunun verdiği paralarla kefenlenmiş, tabuta konulmuş, toprağa sırlanmıştır.

Biz, Peygamberler, Ehl-i Beyt, Sahabe-i güzin, evliyaullah, kâmil mürşidler kadar olamayız ama bugünkü halimizle Kur’an’ın, Sünnetin, Şeriatın, hikmetin sınırlarını aşmış olduğumuzu bilelim ve aklımızı başımıza toplayalım.

Helal para ile israf etmek haramdır, günahtır; haram para ile israf bin kere haramdır.

Müslümanları dolandırarak, millet ve ülke parasını zimmetlerine geçirerek Nemrud’lar ve Firavun’lar gibi israflı, lüks, tantanalı, debdebeli, şaşaalı, gösterişli, kibirli, gururlu hayat sürenler yarın Mahkeme-i Rûz-i Ceza’da nasıl hesap verecekler?

Şu şaşkına ve serseme bakınız. Ucuz ve mütevazı yaşamaktan utanıyormuş… Asıl utanılacak şey bu utançtır.

Azgın, israflı, gösterişli zenginlerin Allah’ın melekûtuna girmeleri, bir devenin iğne deliğinden geçmesinden zordur. Ya içmeye ayranı olmayan birtakım züğürtlerin helaya atla gitmelerine ne demeli.

Gandi puta tapan bir Mecusi olduğu halde, biri beline dolanmış, diğeri omuzuna atılmış iki peştemale sarınıyor, elinde kaba saba bir baston ile yalın ayak başı kabak dâvası ve ideali uğrunda sabır ve azimle çalışıyordu.

Kendilerini paraya, lükse, ihtişama, servete, tantanaya vermiş birtakım sahte Müslüman önderler ne zaman uyanacaklar? Mevt meleği gelince mi? O zaman pişmanlık fayda vermez ki… 09 Ağustos 2001