Perşembe

 

İrtica en büyük tehlike olur da, islâmî kesimin ve hareketin içine sızmış ajan ve istihbaratçı olmaz mı? Mantıken, a priori, mutlaka olması gerekir. Peki bu istihbaratçılar kimlerdir?

Dindar, sofu, ibadete düşkün gruplar içine sızan ajan ve istihbaratçılar kraldan daha ziyade kralcıdır. Diyelim ki, bir mecliste oturuldu, sohbet edildi ve ikindi namazı biraz geciktirildi. Namaza kalkılınca, “Vakit daraldı, hemen farzını kılalım…” diyen kimseye ajan–istihbaratçı “Hayır olmaz, sünnetini de kılmalıyız…” diyerek koyuluğunu, sofuluğunu isbat için gösteriş yapacaktır.

Ajan istihbaratçıların içinde kimler yoktur ki… Dâva adamı pozlarına bürünürler; Müslümanlara akıl verirler, yol gösterirler; konuşmalar yaparlar, yazılar kaleme alırlar; her yere girip çıkarlar, bilgi toplarlar, raporlar hazırlarlar. Cemaatlerin, hizip ve fırkaların, tarikatların içinde böyle ajan ve istihbaratçılar hiç eksik olmaz. Baronların, efendilerin, hazretlerin yakınlarında olurlar. Onların re’ylerinden istifade edilir, onlara akıl danışılır.

Provokasyon, manipülasyon yaparlar. İslâm’a ve Müslümanlara bir darbe vurulacağı zaman bu adamlar çeşitli manevralar, kışkırtmalar yaparlar. Sonra da, samimî Müslümanlardan daha fazla ağlarlar. Timsahın gözyaşları gibidir onların ağlaması. Mâlum ya, timsah bir adamı, bir avı yedikten sonra ağlarmış. Tabiî ki, merhametinden değil, hazım çilesi çekmesinden.

İstihbaratçılar, ajanlar akıl almaz perendebazlıklar yaparlar. Bazı Müslüman grupların İran, Suudî Arabistan gibi devletlerle olan münasebetlerinin sırlarına, içyüzüne vâkıf olmak için o sahalara da sızarlar. Nelerden kimlere ne kadar para geldiğini öğrenirler.

Ajan istihbaratçılar Müslümanları bölmek, parçalamak, birbirine düşman etmek için şeytanı solda bırakan hileler, hüd’alar, planlar yaparlar. Biri A grubunun içine sızar, öteki gruplara ateş püskürür, öteki B grubuna girer, “Bizden olmayan Müslümanların” küfrünü ilan eder.

Müslümanların bu ajanlardan, istihbaratçılardan haberleri var mıdır? Maalesef tamamen bîhaberdirler. Tarikat ve cemaat taassubu zihinleri sarmayagörsün, insanlar futbol kulübü tutar gibi tarikat veya cemaat tutmaya başlamasın, artık ne akıl kalır, ne iz’an, ne vicdan, ne mantık, ne de feraset.

Bu ajanlar Müslüman değil midir? Bazıları inançlıdır, samimiyetle ibadet ederler. Bazıları ise sosyolojik Müslümandır, hani şu “Musallâ Müslümanları”. Bazıları ise kızıl din düşmanıdır. Müslümanlara karşı kin ve düşmanlık besler.

Müslümanlar bu adamlara âlet oluyorlar mı? Maalesef oluyorlar. Bizde derin ve engin kültür yok. Köylü, kırsal kesim, taşra, varoş, marjinal kültür hâkim. Zihinler şeytanî kuruntularla dolu. Birbirlerini sevmesi, birbirleriyle kardeşçe geçinmesi gereken mü’minler bin parçaya ayrılmış olup kendi aralarında çekişip duruyor. Mezhepsizlik, telfik-i mezahib; şuculuk, buculuk, oculuk; dini kendi cemaati ile özdeşleştirmek; değersiz kişileri mürşid-i kâmil, gavs, kutub, mehdi sanmak; din sömürücüsü mâceraperestlerin peşinden gitmek; her türlü fitne ve fesadı çıkartmak gibi azim kötülükler Müslüman kesimde yaygın hale gelmiştir. Hele şu dini imanı para olmak ve nefsine put gibi tapmak, riyaset ve şöhret temini için her haltı yemek yok mu? İşte bunlar Müslümanları perişan eden kötülüklerdir. Nice Müslüman şeytanın maskarası olmuştur da farkında değildir. Böyle bir ortam ajanlar, istihbaratçılar, provokatörler için en uygun ortamdır.

Peki böyle bir ortamda, bu gibi durumlarda neler yapmak lazımdır? Peygamber, “Mü’minin ferasetinden (keskin zekasından, anlayış ve kavrayışından) çekininiz, çünkü o Allah’ın nuruyla görür” buyuruyor. İşte, böyle ferasetli mü’minler olmak gerek. İnsan önce itikadını tashih etmeli, sonra başta namaz olmak üzere ibadetlere devam etmeli, cemaatten ayrılmamalı, şeytanın hilelerine kanmamalı, bütün mü’minleri (onların bazısına kızsa da) sevmeli, var gücüyle iyilik yapmalı, iyiliği tavsiye etmeli ve yine var gücüyle münkerlerden (kötü şeylerden) kaçınmalı, nehy-i münker etmeli.

Ajanlardan, istihbaratçılardan kurtuluş yok mu? Yoktur. Bu dünya var oldukça onlar da olacaktır. Lakin Müslümanlar zekâlarını kullanır, ferasetli mü’minler olurlarsa onları tecrit edebilir, dışlayabilir, zararlarını asgariye (en aza) indirebilirler.

Ahlâk, Edeb

Bir Müslümanın iyiliğini, olgunluğunu, üstünlüğünü, gücünü gösteren ölçülerden en önemlisi onun ahlâk, karakter, fazilet, edeb durumudur. Bugün, kendilerini yüksek, kemalli, tam Müslüman gösteren veya etrafındakiler tarafından öyle sanılan kişiler vardır ki, ahlâk ve edeb bakımından çok kötü vaziyettedirler.

Müslüman, “Elinden ve dilinden insanların selamette olduğu kişidir.” Eliyle ve diliyle insanlara, Müslümanlara zarar veren kimse olgun değil, nâkıs Müslümandır. Müslüman öyle bir insandır ki, kedilere, köpeklere, bitkilere, balıklara bile zarar vermez, zulmetmez, kötülük yapmaz.

Tarikat mensubu bir Müslüman olta ile balık tutmaz. Çünkü bu işte iki kötülük vardır ki, tarikat mensubu gerçek bir sufî onları asla irtikâb etmez. Bunun birincisi oltanın ucuna bir yem takarak balığı aldatmaktır. İkincisi de, hayvancağızı çok acı çektirerek kıvrandıra kıvrandıra yakalayıp öldürmektir.

Sultan Abdülhamid zamanında İstanbul’da çok sayıda sokak köpeği bulunuyor, Müslüman halk bunları koruyor ve besliyordu. O menhus ve uğursuz Meşrutiyet ilan edildikten sonra İstanbul şehremanetine gelen zâlim zihniyet sokak köpeklerini toplattı ve Marmara’daki Hayırsız Ada denilen taş yığının üzerine attı. Zavallı hayvancağızlar orada açlıktan ve susuzluktan, bir kısmı öbür kısmını parçalayarak feci şekilde can verdiler. Bu zâlimane hareketten bir müddet sonra Balkan Harbi patlak verdi, Rumeli’deki üç ordumuz da perişan oldu, düşmanlar Çatalca’ya kadar geldi ve Avrupa’daki topraklarımız elimizden gitti.

Bir adamın ne mal olduğunu anlamak mı istiyorsunuz, onun ahlâk, karakter, edebine bakınız. 03 Eylül 1999