Cuma

 

Hem “Biz Yahudi değiliz” diyorlar, hem de fuzulî avukatları vasıtasıyla kendilerini araştıranları, tenkit edenleri ırkçılık ve antisemitizm yapmakla suçluyorlar

Selanik 1912’de Jön Türklerin hıyanetleri yüzünden elimizden çıktığında nüfusunun büyük kısmı Yahudilerden ve Sabataycılardan meydana gelmekteydi. Elbette kökeni Selanikli olan herkes Sabataycı değildir. Orada evlâd-ı fâtihandan nice Müslüman da yaşamaktaydı.

Profesör Yalçın Küçük, “isim-bilim” teknik ve metodlarıyla çok meraklı, çok önemli, çok ibretli gerçekleri ortaya çıkartmıştır. Meselâ Kohen ismi Kaan, Kağan oluvermiş, İzak İshak, Samuel İsmail, Salamon Süleyman…

Onların Türkiye hakkında birtakım esaslı planları, programları, çare ve çözümleri, strateji ve siyasetleri vardı. Bunların hepsi de iflâs etmiştir. Artık bu konular tabu ve yasak olmaktan çıkartılmalı; ilmin, mantığın, irfanın, sağduyunun, vatanseverliğin ışığında incelenmelidir.

Yine Profesör Yalçın Küçük gizli, esrarlı, güçlü, hâkim bir lobiye mensup olanlarda üç özellik tesbit etmiştir:

1. Genellikle isimlerinde bazı hususiyetler vardır.

2. Ehil olmadıkları makamlara, mevkilere, memuriyetlere, köşelere, noktalara getirilirler.

3. İstisnâsız hepsi de rant yerler, ranta bayılırlar.

Onların bazı iddiaları vardı:

– Pozitif ilmin, materalist felsefenin ışığında Türkiye’yi son derece kalkındıracaklar, medeniyet ufuklarına dört nala koşturacaklardı.

– Ülkemiz iktisat, sanayi, ticaret, finans bakımından çok güçlenecek; Asya ve Afrika’daki Üçüncü Dünya ülkelerine örnek teşkil edecekti.

– Fikir, sanat, araştırma hayatı son derece canlı olacaktı.

Bu hedeflere ulaşıldı mı, yoksa tam tersi mi oldu?

Onlar, yakın tarihimizde hukuk fakültelerinin ceza hukuku kürsü ve enstitülerine son derece önem vermişler ve oralarda kadrolaşmışlardır. Niçin ceza hukuku? 1950’li, 60’lı yıllarda Müslüman, milliyetçi, vatansever gazeteciler, fikir adamları, yazarlar ağır ceza mahkemelerinin müzmin sanıkları idiler. O tarihlerde milliyetçi ve mukaddesatçı aydınların, okur-yazarların tepesinde Demoklesin kılıcı gibi asılı duran bir 163’üncü madde heyûlası vardı. Mahkemeler dâvâ konusu olan yazının, yayının, fiilin suç teşkil edip etmediğini, ceza kürsülerindeki doçent ve profesörlere sorarlardı. Bu bilirkişiler de, sanki hakim ve mahkeme kendileriymiş gibi, “Suç işlenmiştir, 163’üncü madde ihlâl edilmiştir” şeklinde raporlar verirlerdi.

Bundan altmış yetmiş yıl önce Türkiye’de, Akşam Kız Sanat mektepleri dahil olmak üzere ancak kırk kadar lise ayarında okul bulunuyordu. Onlar kendi çocuklarını ülkenin en iyi, en parlak liselerinde, kolejlerinde okutuyorlar; fakir halk tabakaları ise okutamıyordu. Aradan yıllar geçti, okul ve üniversite sayısı çoğaldı; halk tabakası, taşralılar, kırsal kesimde çocuklarını okutmaya başladı. Bu durum, eğitimin yaygınlaşması onları son derece rahatsız ve tedirgin etti. Okumak nurdu, ışıktı da niçin Müslüman, muhafazakâr kesimin çocuklarının nurlanmasından, ışıklanmasından korkuyorlardı?

Müslümanlar, muhafazakârlar, milliyetçiler (gerçek ve samimî milliyetçiler) okuyabilirler ama kesinlikle kadrolaşmaları, köşebaşlarını işgal etmelerine izin verilmemelidir. Onların şimdiki siyasetleri budur.

Bir idareci yılbaşı balosu tertipler, bizim millî örf, âdet ve ahlâkımıza uymayan bir sürü israf, sefahat yaparsa o makbul adamdır. Lakin dindar bir idareci veya bürokrat baloya karısını getirmez, içki içmez, yakışıksız ve uygunsuz eğlencelere katılmazsa gericidir, rejim için tehdit ve tehlike teşkil etmektedir.

28 Şubat’tan sonra kartel ve tekel medyasının bazı kalemşörleri ne garip yazılar yazdılar, attılar tuttular, estiler savurdular, hem savcılık, hem hakimlik, hem de celatlık yaptılar. Bu yazılardan birinde şu konu işleniyordu: Efendim, Türk Hava Yolları uçaklarında yolculara gerici, yeşil sermayeli bir firmanın bisküvi ve kekleri ikram ediliyormuş… Bu son derece vahimmiş… Bunun mutlaka önlenmesi lazımmış…

Onların kafa yapısı budur. Biz bazı Yahudileri ve Sabataycıları, birtakım gerekçeler göstererek tenkit ettiğimiz, uyardığımız zaman antisemit ve ırkçı oluruz ama onlar şu Müslüman memlekette dindar kişilerin ve zümrelerin holdingler kurmasını, şirketler ve fabrikalar çalıştırmalarını finans işleri yapmalarını “Yeşil sermaye… Gerici sermaye…” diye lekeler ve karalarlar, bu bir ayıp teşkil etmez.

Onların şu anda ve yakın tarihimizde, bu ülkede ezici çoğunluğu teşkil eden Müslüman yerli halka yaptıkları haksksızlıklar insan haklarına ve hürriyetlerine aykırı muamelelerdir.

Din, inanç, inandığı yaşamak, çocuklarına istediği dinî eğitim ve terbiyeyi vermek, âdil kanunlara aykırı olmamak şartıyla istediği gibi giyinmek bütün medenî dünyanın tanımış olduğu haklardandır. Fakat bizim sahte ilericiler bunları halkımıza tanımak istemezler.

Onların İstanbul’da ve yurdun birçok yerinde devlete ve resmî müesseselere haber verilmeden açılmış gizli sinagogları bulunmaktadır. Bunlar suç teşkil etmez ama bir Müslüman grup yaz tatilinde onbeş yirmi çocuğa Kur’ân ve din dersi vermek üzere bir kurs açarsa yaygara ayyuka çıkar. Selanik Dönmesi basın bunun haberini birinci sayfadan, hayli gürültü ve tantana ile verir. Kendileri için her şey mübahtır, Müslümanlar için ise çok şey yasaktır. Böyle demokrasi, böyle insan hakları, böyle çağdaşlık olur mu?

İsrail onların kâbesidir. İsrail’de din-devlet işbirliği var. İsrail’de en aşırı, en fanatik, en radikal Musevî cemaatler ve partiler serbestçe çalışabilmektedir. İsrail Millet Meclisi’nde başları takkeli, sırtlarında özel Yahudi cübbesi, sakallı sofu ve aşırı Musevîler bulunuyor. Kabinede de böyle kimseler vardır. İsrail’de evlenme, boşanma, nikah işleri hahamlara verilmiştir. İsrail toplumu yüzde seksenbeş dindar ve inançlı değildir ama orada din hayata hakimdir, Yahudi Şeriat’ı, ülkeyi gölgelemektedir. Peki bizdeki Yahudiler ve Sabataycılar, İsrail’i bu kadar sevdikleri halde oradaki din hürriyetinden, serbestlikten niçin ibret almıyorlar, burada tam tersini yapıyorlar? 03 Ağustos 2002