PazartesiSeçim neticelerinin belli olduğu pazartesi sabahı bir Fransız radyosundan telefonla aradılar, “Ilımlı İslâm nedir?” sorusunu yönelttiler. Şu cevabı verdim: “Müslümanlar, İslâm ümmeti birçok görüşlere, meşreblere, mezheblere, anlayışlara ayrılmıştır. Arabistan İslâmlığı vardır. Siyah Afrika İslâmlığı vardır; Arap İslâmlığı, Türk İslamlığı vesaire… Bu çeşitlilik bütünü itibarıyla zararlı değildir. Peygamber ‘Ümmetimin çeşitliliğinde ilahî rahmet vardır’ buyurmuştur. Türk İslâmlığı yahut Osmanlı İslâmlığı ılımlıdır. İki kanadı vardır: Biri Şeriat, ötekisi tasavvuf ve tarikattir…”

İslâm dünyasındaki bu çeşitliliği bazı Müslümanlar da kabul etmek istemiyor. Bizim dinimiz birdir, diyorlar. Elbette birdir. Lakin anlayış, yorumlama, uygulama farklılıkları vardır. Ehl-i Sünnet Müslümanları inanç ve ibadet esaslarında bir ve beraberdir. Çeşitlilik meşreb ve yorumlamadadır, uygulama şeklindedir. 1992’de Cezayir’de FIS (İslâmî Selamet Cephesi) partisi seçimleri kazandığı halde iktidar olamadı. Çünkü onların İslâmî anlayışı dardı. Tasavvufu kabul etmiyorlardı. Selefî ve aktivist idiler. FIS mensupları Cezayir’deki bazı evliya (murâbıt) türbelerine saldırmışlar, camlarını kırıp tahribat yapmışlardı. Aşırı gittikleri için siyasî satrancı kaybettiler. Cezayir’de on seneden beri iki yüz bin insan öldürüldü, ülke battı. Bilhassa siyaset konusunda Müslümanların ılımlı olmaları gerekir.

Afganistan’daki Taliban rejimi de ılımlı değildi. Kız okullarını kapatmışlardı. Sonunda ne oldu?

Türkiye’de İslâm nedir? Hem dindir, hem de kimliktir: Dinî kimlik ve sosyolojik kimlik… Bu ülkede İslâm’la savaşanların cenazeleri bile camiden kaldırılıyor, Müslüman kabristanında toprağa veriliyor. Sadece Aziz Nesin gibi çok aşırı dinsizler sivil ve laik cenaze ile gömülüyor. İki kimlikli, iki dinli Sabataistler de ölülerini Müslüman mezarlığına gömmeye başladılar. Eskiden sadece Bülbülderesi’ndeki “Dönme Kabristanı”na gömüyorlardı.

Türkiye laikliğinin iki yüzü vardır. Madalyonun birinci yüzünde göstermelik laiklik, din ile devletin ayrılması görülüyor. Öteki yüzünde ise şu özellikler göze çarpar:

1. Devletin genel müdürlük seviyesinde resmî bir Diyanet İşleri Başkanlığı bulunmaktadır.

2. Diyanet Başkanını devlet seçmektedir.

3. Kabinede din işlerinden, diyanetten sorumlu bir bakan vardır.

4. Devletin 500’den fazla İmam-Hatip okulu, 17 İlahiyat Fakültesi vardır. Bütün okullarda mecburî din dersleri okutulmaktadır.

5. Devletin 100 binden fazla resmî imamı, müftüsü, vaizi, müezzini, hocası bulunmaktadır.Bunlar bütçeden maaş almakta, devlet memuru sıfatını taşımakta ve emekli olmaktadırlar.

6. Dinî-İslâmî vakıflar devletin malıdır, kontrolu altındadır.

Bazı Avrupalılar, Amerikalılar İslâm’dan, dindar samimî Müslümanlardan öcü gibi korkuyor. Ilımlı Müslümanlardan korkmaları tamamen yersizdir. Gerçekten samimî, dindar bir Müslüman hukukun üstünlüğüne inanır, evrensel ve temel insan hakları ve hürriyetlerine saygı duyar, insanlık âleminde barışın ve anlayışın hakim olmasını candan ister. Her cemaat ve ümmet içinde olduğu gibi İslâm dünyasında da fanatikler, militanlar, teröristler olabilir. Bunları bahane ederek İslâm’ı ve Müslümanları bir tehdit ve tehlike olarak görmek vahim bir yanılgıdır.

Filistinliler ve Çeçenler durup dururken şiddet hareketlerine başvurmuyorlar. Şiddet onlar için son çaredir. Vatanlarına sahip olmak istiyorlar, adalet istiyorlar; kadınlara, çocuklara, gayr-ı muharip sivil halka zarar verilmesini istemiyorlar. Rus ordusu Çeçenistan’da vahşet uyguluyor, bir milyonluk küçük bir milletin birkaç yüz bini öldürülmüştür. Ülke harabeye dönmüştür. Can, mal, ırz, namus güvenliği yoktur. Savaşla ilgili uluslararası bütün sözleşmeler, prensipler, kurallar Çeçenistan’da ayaklar altına alınmıştır. Rus askerleri Çeçenleri kaçırıyor ve binlerce dolar kurtuluş akçesi alarak ailelerine geri veriyor. Böyle bir durum karşısında Çeçen gençleri mecburen şiddete yöneliyor. Çeçenistan’da yapılanlardan sadece Rusya değil, Amerika ve Avrupa da sorumludur.

Avrupalılar “Türkiye’de bundan sonra ordu ne yapacak?” sorusunu sorup duruyor. Türk ordusu bizim ordumuzdur. Başka bir ülkenin, başka bir milletin, başka bir tarihin ordusu değildir. Ramazan geliyor, ordu safları içinde binlerce, on binlerce askerimiz, subayımız oruç tutacaktır. Ordunun İslâm’a ve Müslümanlara karşı olduğu iddiası büyük bir iftiradır. Militan din karşıtı olan bazı kimseler Türk ordusunu temsil etmez.

Din sömürüsüne karşı olmak İslâm düşmanı olmak demek değildir. Ben de, dindar bir Müslüman olarak din sömürücülerine karşıyım, onları devamlı şekilde lanetliyorum. Din yücedir, kutsaldır; siyasî ve maddî çıkarlara asla âlet edilmemelidir. Din ticareti, mukaddesat bezirgânlığı ticaretlerin en kötüsü ve alçakçasıdır.

Lakin, din ticaretine ve sömürüsüne karşı çıkarken Müslümanların siyaset yapmasına, devlet idaresinde yer almasına engel olmak da doğru değildir. Bu memleket Müslümandır. Farmasonların, Sabataycıların, dinsizlerin, ateistlerin siyasete, ülke idaresine karışmaya ne hakları varsa Müslümanların da o kadar vardır.

Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne girmesini istemek iki tarafı kesen bir bıçağı parmaklarıyla tutmayı istemek gibidir… Avrupa Birliği’ne girersek tam bir demokrasi gelecek, derin devlet heyûlası kalkacak, insan hakları uygulanacak ama madalyonun öteki tarafında kara ve ürkütücü ihtimaller bulunmaktadır. Misyonerler cirit atacak… Pontus meselesi hortlayacak. Ermeni meselesi… Kürtlerle federasyon….

Yeni iktidarın yapacağı ilk işlerden biri de kokuşmayı, talanı, hırsızlığı, soygunu önlemek olmalıdır. Bu iş edebiyatla yürümez. Ülkemizde iki yüz milyar dolar kara para sahibi olan bir çete bulunmaktadır. İhalelerden yüzde on komisyon alınmıştır. İhalelere fesat karıştırılarak milyarlarca dolar haram para vurulmuştur. Kaynağı açıklanamayan muazzam kara servetler vardır. Müzmin ve yüksek enflasyonla, çeşitli manipülasyon ve spekülasyonlarla ülke iliklerine kadar soyulmuştur. Bunca yolsuzluğun, kokuşmanın, pisliğin üzerine sünger çekilirse beklediğimiz kurtuluş sabahı olmaz, ülke temizlenmez. AKP bu işi başarabilir mi? 05 Kasım 2002