İlk Padişahlarımızın Hasletleri
Milli Gazete-Köşe Yazıları
- 03 Mart 2019
Perşembe
Aşıkpaşa Zade’nin “Tevârih-i Âl-i Osman” isimli kitabının 195–198’inci sayfalarındaki (İst. Hicrî 1332 baskısı) bilgiler çok dikkatimi çekti. Bunları sizlere de aşağıda arzediyorum:
“Bab: Osmanlı padişahlarının hasletleri:
Osman Gazi Han’ın hal hasleti her ayda bir kere taam pişirip fakirlere yedirmek ve giysiler giydirmek ve dul hatun kişilere sadaka dağıtmaktı.
Orhan Gazi’nin hasleti: Atası ayda bir yemek pişirtip dağıtırdı. O ise imaretler yaptırdı, fakirler gelsinler, her gün taam yesinler diye. O imaretlerde misafir olup kalana yemek eksik olmazdı. Ayrıca, ziyade muhabbet ettiği dervişlere zaviyeler (tekkeler) yapıverirdi. Nitekim, “Geyikli Baba” üzerinde cuma mescidi yaptırdı ve zaviye dahi yaptırdı.
Onun oğlu Gazi Hüdavendigâr’ın (Birinci Murad Han) hasleti: Atası gibi o da imaretler yaptı ve ziyade muhabbet ettiği dervişlere zaviye yaptırdı. Hangi şehirde bulunursa cuma günü cuma namazından sonra fakirlere akçalar sadaka ederdi.
Onun oğlu Bâyezid Han’ın hasleti: Bu padişah, atasının ve dedesinin yaptığı imaretlerden daha fazlasını yaptı ve her cuma bulunduğu şehirde sadakalar dağıttı.
Onun oğlu (Çelebi) Sultan Mehmed Han-ı Gazi: O dahi imaretler yaptı ve Mekke’ye, Medine’ye hayır için paralar gönderdi.
Onun oğlu Sultan (İkinci) Murad’ın hasleti: O da imaretler yaptı. Her yıl üç bin beş yüz flori Kudüs-i şerife, Halilürrahman’a (Hebron), Medine-i Resûl’e ve Kâbetullah’a gönderirdi. Her yıl kendisinin âdeti oydu ki, olduğu şehirde bin flori Seyyidlere (Peygamber torunlarına) kendi mübarek eliyle dağıtırdı. Her şehirde atasının, dedesinin üleştirdiğinden daha fazla akçe dağıtırdı. Ankara civarında Balık Hisarı denilen yerdeki nice köyün hayli meblâğ tutan gelirini Mekke’ye vakf etti.
Rivayet: Sultan Murad Gazi’ye Fazlullah Paşa vezir olmuştu. Her yıl Beytullah’a gönderilen florilerin gönderilmesi gerekti. Padişah, “Florileri yine Halilürrahman’a, Kudüs’e, Kâbetullah’a ve Medine’ye gönderelim. Mevlânâ Yeğen hacca niyet etmiş, o paraları alsın, Medine-i Resûl’ün fakirlerine versin ki, onlar hacılar gelinceye kadar intizardadır” dedi. Padişahın hazinesinde flori bulunmadı. Halil Paşa’dan ödünç aldılar. Padişah, “Halil! Sakın rüşvet florisi verme” dedi. Halil Paşa: “Devletli sultanım, bunlar atamdan miras kalan florilerdir” dedi. Vezir Fazlullah gördü ki, padişahın zaman zaman helâl mala (paraya) ihtiyacı oluyor, şöyle dedi: “Devletli sultanım! Padişahlara hazine gerektir. Eğer sultanım buyurursa hazine cem’ edeyim.” Padişah sordu: “Nasıl cem’ edeceksin?” Fazlullah: “Bu memleketin halkında aşırı miktarda servet vardır, padişahların kâh kâh bir sûret kurup almaları câizdir.” Sultan Murad Gazi şu cevabı verdi: “Hey Fazlullah! Bu söylediğin söz ne biçim sözdür. Bizim ülkemizde üç cins helâl lokma vardır ki, başka ülkelerde onlar yoktur. Biri mâdenler. Biri dahi kâfirlerden alınan harac. Biri dahi gazâdan hasıl olan maldır. Bizim ordumuz gaziler ordusudur. Bunlara helâl lokma gerektir. O padişah ki, ordusuna haram lokma yedirir, o ordu haramî olur. Haramînin ise sebatı olmaz, halinin ne olduğu mâlumdur.” Velhasıl, Fazlullah Paşa’nın azline (vazifeden alınmasına) bu söz sebep olmuştur.
Bab: Mal cem’ eden (servet toplayan, hazine yapan) padişahların sonu nasıl oldu?
Merhum Yıldırım Bâyezid Hünkâr mal cem’ etti, tedbir-i memleket kıldı, akçeler cem’ edip hazinelere koydurdu. Sonunda memlekette kesatlık oldu. En sonunda o malı bedbaht Timur yedi, ülke ayak altında kaldı.
Bağdad padişahı Sultan Ahmed hazine topladı. Servetini taş sandıklara koydurdu, geceleyin Dicle nehrinin dibine bıraktırdı. İleten kişileri öldürttü. Ta ki malın yerini kimse bilmesin. Sonunda o servet orada kaldı. Sultan Ahmed neseb ve nesliyle telef olup gitti.
Ve dahi Horasan padişahı Mirza Şahruh (Timur’un dördüncü oğlu) mal cem’ etti. O dahi bunlar gibi telef olup gitti. Anadolu hükümdarlarından Karaman oğlu İbrahim bey mal cem’ etti. Onun da sonu iyi olmadı. İmdi ey azizler, bilin ki, mal o şeydir ki, hayr için harcana (biriktirilmeye). Padişahların dostu karnı tok olan ve doğru olan kişilerdir. Güçlü ordu odur ki, tok ola ve kalabalık ola, açlık endişesi taşımaya.
Âriflerden birine sordular: “Padişahlara hazine gerekli midir?” Şu cevabı verdi: “Asıl bir hazine vardır ki, padişahlara gerekli olan odur.” “O hazine hangisidir?” Arif şöyle dedi: “Reâyâların (halkın) hayır duaları padişahların asıl hazinesidir.”
Evet, Osmanlı tarihinin temel kaynaklarından olan Âşıkpaşa zâde tarihinden öğreniyoruz ki, ilk padişahların şahsî servetleri yokmuş, hazine meydana getirmemişler. Kudüs, Halilürrahman, Mekke, Medine fakirlerine sadaka göndermek için padişah Halil Paşa’dan borç para almış. Kendisine, halktan bir yolunu bulup para toplaması ve hazine kurması teklifini yapan Fazlullah Paşa’yı da vazifeden çekmiş.
Daha sonraları bu ahlâk bozuldu ve nice kötülükler meydana geldi.
Zamanımızdaki bazı İslâm büyüklerinin, Müslüman reislerinin büyük servetlere sahip oldukları; saray gibi kâşanelerde, yalılarda, köşklerde yaşadıkları, kendilerini korumak için sürü sepet muhafızlar ve goriller tuttuklarını, eski Roma sezarları gibi pek lüks, pek ihtişamlı sofralarda yemek yediklerini, çok pahalı dabbelere bindiklerini görüyoruz. Bunlar, Kitabullah’ın, Sünnet’in, gerçek İslâm büyüklerinin prensiplerine aykırı şeylerdir; uğursuzluğa ve mağlubiyete sebebiyet verirler.
Tanzimat’a kadar Osmanlı padişahlarının yaşamış oldukları Topkapı sarayı tek katlı mütevazı binalardan müteşekkil, çadırlar kümesi gibi bir yerdi.
Sonradan Avrupalılaşma modası çıktı; Dolmabahçe, Beylerbeyi, Çırağan sarayları yapıldı. Bu gibi lüks ve israf dinimizin ruhuna ve temel prensiplerine ters düşen bid’atlerdir.
Hazret-i Ömer halife olduktan sonra da yamalı elbise giyer, ekmeğini tuza ve sirkeye batırarak karnını doyururdu. İslâm orduları Kudüs’ü muhasara etmişler, şehrin Hıristiyan beyleri ve patrikleri anahtarları ancak âdil halife Hazret-i Ömer’e vereceklerini bildirmişlerdi. Bunu haber alan halife bir deve bir köle ile yola çıkmış; deveye köleyle nöbetleşe binmiş ve Kudüs yakınlarında kendisini karşılayan İslâm kumandanlarının kıyafetlerini ve atlarının koşumlarını çok lüks ve şaşaalı bulduğu için onları taşlamıştı. Onlar da, “Bu ülkenin âdetleri böyledir” diyerek özür beyan etmişlerdi.
İslâm’ın ve Müslümanların o eski parlak devirleri tarihte kaldı. Şimdi lüks, israf, konfor ibtilâsı, paraya ve benliğe tapınış, gösteriş, aşırı tüketim, malı ve otomobiliyle öğünme, kibir, gurur gibi öldürücü kötülükler ve günahlar toplum bünyesini sarmıştır. 12 Mayıs 2000