İmamHatip Mekteplerinde Namaz Mecburi Olmalıdır
Milli Gazete-Köşe Yazıları
- 19 Aralık 2018
(zorunlu)
vardır. Bu şartlardan biri olmazsa, tam İslam mektebi olamazlar.
Bu okulların hepsinde
okutulmalıdır. Hiçbir reformcuya, dinde değişim ve yenilik isteyene,
(Tatiliye mezhebi),
ve
mensup kimseye bu okullarda öğretmenlik yaptırılmamalıdır.
okulun resmi imamının arkasında cemaatle kılınmalıdır. Namaz kılmayan ve cemaate katılmamakta direnen öğrencilerin okulla ilişiği kesilmelidir.
İmam-Hatip okullarında
gereken uyarılar yapılmalıdır. Bu uyarılara uymayanlar, gerekirse tard edilmelidir.
Okullarda bilhassa
verilmelidir.
Bütün öğrencilerin imamlık yapabilecek kadar düzgün kıraate ve yeterli fıkıh bilgisine sahip olması gerekir.
İmam-Hatip öğrencileri
yetiştirilmelidir.
İmam-Hatip talebelerine
İmam-Hatip diploması almış,
böyle rezalet olur mu?
Madde olarak yazmıyorum, İmam-Hatip öğrencileri namazın edeplerinden olan imame veya takke ile namaz kılmalıdır. Öyle İmam-Hatip mezunları görüyorum ki, ne beş vakit namaz kılıyor, ne Cumaya gidiyor. Bu ne biçim İmam-Hatip tahsilidir.
Lütfen, çok rica ediyorum
. Bendeniz, İmam-Hatip mekteplerine esastan muhalif değilim.
Bu bir suç mudur, bir kabahat midir, kötü bir istek midir?
İmam-Hatipli kız öğrencilerin rengârenk, dikkati çeken başörtüler takmaları doğru değildir.
İmam-Hatiplerde
kasıtlı olarak ormanları ve çalılıkları yakmak, hatta bir dal kopartmak,
Bitkiler canlı yaratıklardır, İslamî inanca göre (ki doğrusu odur), Allah’ı zikrederler. Bitkilerin bizim gibi ağızları, dilleri yoktur. Kendilerine mahsus lisanları vardır. Şair:
(Her ne yeşillik ki yerden biter, /Birdir O, ortağı yoktur der) demiştir.
Son yıllarda
İstanbul’un içindeki ve çevresindeki yeşil alanlar, bağlar, bahçeler, tarlalar, çalılıklar yapılaşmaya açılmış,
döndürülmüştür.
Hatta
Vandalca budanmış ve bunların
satın almışlardır.
Halkımızın bir kısmı maalesef, bitki sevgisinden mahrumdur.
, yüreğim sızlar. Pencere kenarında veya kapının önünde duran saksıya arada bir su dökülmemiş ve bitki hayatını kaybetmiş.
Bir şehirde, bir ülkede, bir mahallede ağaçlar, çalılar, çiçekler, bitkiler tahrip ediliyorsa oraya bereketsizlik, uğursuzluk, şeamet iner.
Hazretleri “Ormanlarımdan bir dal kesenin, başını keserim” buyurmuşlardır.
Ağaçlarda, çalılarda, bitkilerde hattâ taşların üzerinde yetişen yosunlarda
Ölüm veya ihtiyarlık dışında her şeyin bir çaresi yaratılmıştır.
Eskiden İstanbul’un çevresinde ulu ağaçlarla donanmış gür ormanlar bulunuyormuş.
Allah şerlerinden, ağaçları, çalıları, bitkileri ve halkı korusun.
Her yaz ülkemizin çeşitli yerlerinde
oluyor, bunların bazısı ihmal ve gaflet eseridir, bazısı da kasıtlı olarak çıkartılıyor. Ormanlık veya çalılık bir arazinin yanması ne demektir biliyor musunuz?
Milyonlarca, milyarlarca böceğin ölmesidir.
Birtakım cahiller,
, bu da bir cinayettir, bir faciadır.
İyi bir Müslüman, vicdanlı bir insan, bir karıncayı bile ezip öldürmez.
Hainlerin, zalimlerin, yeşillik katillerinin kırılasıca ellerinin uzanamayacağı bir yerde,
Meyve ağacı dikmelerini tavsiye etmem, birtakım açgözlüler meyvesini toplayayım derken, dallarını kırarlar…
İnşaallah
Ağaçlarımızı, ormanlarımızı, çalılıkları, koruları koruyan, onlara bakan, onların çoğalmasına hizmet eden herkese teşekkürlerimi ve minnetlerimi sunuyorum. Ağaçları kesen…
, ormanları ve makileri yakan,
,
BU devirde, bilhassa gençlerde, şu üç konuda büyük yetersizlik görülüyor: (1) Dikkat, (2) Merak, (3) Hafıza.
Dikkatler dağılmış vaziyette, dikkatin ne olduğunu bilmek için psikoloji okumuş olmak gerekir. Adam bakıyor, sanki görüyor ama aslında görmüyor… Hiçbir şeye dikkat edemiyor. Hafıza derseniz son derece silik ve dağınık.
Adamcağız bendenize “Şevki Bey, yazılarınızı yirmi yıldan beri takip ediyorum…” diyor.
, olacak şey değil. Galata köprüsünden şimdiye kadar binlerce defa geçmiş, geçmiş ama Süleymaniye Camiinin kaç minaresi olduğunu bilmiyor.
Millette merak diye bir şey kalmamış.
Ya Rabbi bu ne korkunç meraksızlıktır.
İstanbul’un kıyı kenar bir semtinde Piyalepaşa Camii vardır. Mimar Sinan’ın bambaşka bir üslupla inşa ettiği harika bir sanat ve mimarlık eseridir. Türkiye Müslümanları yeteri kadar medeni olsalardı, her gün oraya gruplar halinde gider, seyrederlerdi.
Mimarlık sanatı bakımından değerli ve üstün olan bir camiye, bir binaya, bir köprüye bakmanın onu doya doya, derin derin seyretmenin stres giderici, şifa verici bir tesiri olduğunu duymuş muydunuz? Böyle bir şifa herkese nasip olmaz. Değerini bilerek, anlayarak, idrak ederek seyredeceksiniz; bakışlarınız size zevk ve haz kazandıracak.
Bundan on beş sene kadar önce Dolmabahçe Sarayında bir tarihî hilyeler sergisi açılmıştı. Serginin tertipçisi Turgay Bey, üzüntülü ve şikâyetçiydi, “Müslüman kesimin kodamanlarından, üst tabakasından, güçlülerinden hiç kimse gelmedi” diyordu.
Çirkin bir bina insanın içini karartır, biz bunun da farkında değiliz.
İçindeki bilgiler faydalı, güzel bir kitap düşününüz. Kağıdı sanatlı bir kağıt, hurufat karakteri o da sanatlı, cildi bir harika, yan kağıdı nefis bir ebru, insan bu kitabı okurken hem muhteva (içerik) hem şekil dolayısıyla birkaç çeşit zevk duyar. Avrupa’da kitapseverler için böyle lüks ve orijinal baskılar yapılıyor, numaralanıp meraklılarına satılıyor. Bizde merak yok ki, böyle kitap basılsın, satılsın…
Hafızasızlık niçin bu kadar yaygın?
1. Harama çok bakılıyor, harama bakmak hafızasızlığa yol açar.
2. Çok haram yeniyor.
3. Toplum “şifahî toplum” oldu. İnsanlar unutmamak için bazı bilgileri defterlere yazmıyor. Medenî toplumlar aynı zamanda yazılı toplumdur. Yazılması gereken şeyi yazarlar, not ederler.
Dikkat, merak ve hafıza eğitimle güçlendirilir ve geliştirilir. Bizde böyle bir eğitim yok.
Türkçenin arı, duru, sade suya tirit, öz, yozlaşmış, erozyona uğramış bir dil haline gelmesi, kültürümüze, bu arada dikkatimize, merakımıza, hafızamıza büyük zararlar verdi.
Ali Emirî Efendi miydi acaba, kudemadan bir zatın Osmanlı edebiyatından 10 bin beyti ezbere bildiğini okumuş veya duymuştum.
1950’li yıllarda gazetelerde köşe yazısı kaleme alan eski muharrirler, fıkralarını (o tarihlerde köşe yazısına fıkra denirdi) divan edebiyatından seçilmiş beyitler, mısralar, kıt’a veya rubailerle süslerlerdi. Çünkü onların hafızasında böyle yüzlerce beyit, mısra, kıt’a vardı.
Geçen sene bir İmam-Hatip talebesi gördüm, Ziya Paşa’nın terkib-i bend ve terci-i bendini ezberlemişti. Bu öğrencinin bir ikincisinin çıkacağını hiç sanmam.
Müslümanlar bu konularda nasıl eğitilebilir?
Dikkat, merak, hafıza melekelerini geliştirmek mümkündür. Bunun için gerçekten ehliyetli ve uzman öğretmenler ve üstadlardan ders almak gerekir.
On genç bulacaksınız, bir minibüse bineceksiniz, İstanbul’un tarihî suriçi bölgesini gezip dolaşacaksınız. Ana caddeleri değil, ara sokakları, kenar semtleri… Fener’e gideceksiniz, Gül Camiini gösterip anlatacaksınız… Ayvansaray’a gideceksiniz, Hazret-i Cabir Camiini… İstanbul hazinelerle doludur da haberimiz yok… Sultanahmet Camiini bilmeyenimiz yoktur. O anıt bina hakkında ne biliyoruz? Bilinmesi gerekenlerin binde birini biliyoruz. O ulu camii, uzman bir üstad nezaretinde gezilecek, on gençten üçünde istidat yoksa, ikinci geziye onları almayacaksınız.
İslam dini bir kitap ve yazı medeniyeti doğurmuştur. Bizim on kişilik kafilenin kütüphanelere, mücellitlere, hattatlara gidip bilgi alması, aydınlanması gerekir. Aherli kâğıt nedir, kaç çeşit hat vardır, yan kâğıdı ne demektir, makta ne demektir, mikleb ne demektir? Kültürlü Müslüman bunları hep bilecektir. Efendim ben tıpta okuyorum, bunlar bana lazım değil, diyenin aklına şaşarım. Öylesi odun gibi doktor olur. Doktor olacaksan Süheyl Ünver gibi olacaksın. Rahmetli hezarfendi, on parmağında on hüner vardı.
Gençlere çok rica ediyorum: Meraklı olsunlar, dikkatli olsunlar, güçlü bir hafızaya sahip olsunlar. 13 Şubat 2011