Medeni, vasıflı, şuurlu, dengeli insanlar ve onlardan müteşekkil topluluklar özeleştiri yaparlar, sorgularlar, durumlarının ne olduğunu bilirler.

Biz Müslümanlar böyle miyiz?

Mübarek Ramazan ayında ve bilhassa Kadir gecesinde komşu, dost, kardeş Irak’ta büyük facialar yaşandı; kadın, çocuk, ihtiyar, yaralı, sivil ayırımı yapılmaksızın Müslümanlar tavuk gibi boğazlandı. Camilerde yerlere serilmiş ağır yaralılar, nişan alınarak şehid edildi. Müslümanların evleri başlarına geçirildi, şehirleri harabe ve viraneye çevrildi. Yaralılara yardım edilmedi, uluslararası Kızılay ve Kızılhaç teşkilatlarının yiyecek, içecek tıbbî malzeme yardımı yapması engellendi. Sanki yeni bir Kerbelâ faciası yaşandı.

Şimdi soruyorum:

– Bu korkunç hadiseler olurken, biz Türkiye Müslümanları oruçluyduk, güneş battı, iftar zamanı geldi, acaba iştahımız kaçtı mı? Lokmalar boğazımıza takılıp kaldı mı?

-Din ve iman kardeşlerimiz için ağlayabildik mi?

– Gece uykumuz kaçtı mı? Kâbuslar görerek zaman zaman uykumuzdan uyandık mı?

– Herkes olmasa bile ahu feryad edip gömleğini parçalayan, kendini yerden yere atan bir Müslüman çıktı mı?.. Heyhat!..

Ucuz bir edebiyat yaptık sadece. Böyle de olmaz ki… Vah vah… Tüh tüh… Bu edebiyat bizi kurtarmaya yeter mi?.. Bu edebiyat bizim vicdanlı, şuurlu, gerçek Müslümanlar olduğumuzu ispata yeter mi?.. Elbette sınırı aşıp oraya kadeşlerimize yardıma gidemezdik, lakin yapılması mümkün olan çok şey yapılabilirdi:

– Şu on beş milyonluk İstanbul’da bir milyon kişilik büyük bir miting veya yürüyüş yapabilirdik. Bunu bütün dünya gazeteleri ve televizyonları altı buçuk milyarlık insanlık alemine duyurur, “Türkiye halkı Felluce’deki insanlık dışı katliamı sessiz, fakat vakur bir şekilde kınadı…” diye yayın yapabilirdi.

– Türkiye’deki Amerikan elçiliğine bir milyon adet protesto mesajı gönderebilirdik.

– Camilere toplanarak şehid edilen kardeşlerimiz için Kur’ân okuyabilir, gıyabî cenaze namazları kılabilir, dualar edebilirdik.

Bütün bunlar yasal sınırlar içinde yapılabilecek çok kolay işlerdi, yapamadık. Asıl vah vahlar, tüh tühler bizim içindir. İslâm nerede, biz nerede?

Elbette Müslümanız, lakin nasıl Müslümanlarız? Olgun, şuurlu, vicdanlı, iz’anlı, duygulu, sorumluluğunu bilen, vazifesini yapan, etkili Müslümanlar mıyız?

On milyonluk Yunanistan’da, hüviyet kartlarından din hanesinin çıkartılmak istenmesini protesto için bir milyon Ortodoks yürüyüş yapmıştı. Bizim nüfusumuz yetmiş iki milyondur. Yunanistan’da bir milyon kişi toplanırsa, bizde yedi milyon kişinin toplanması gerekir. Şu anda protesto mitinglerine beş bin, on bin, yirmi bin, bilemediniz elli bin kişi katılıyor. Yetmiş milyonluk Türkiye için bu rakam gülünç denecek kadar az değil midir?

Irak savaşı başlamadan önce, Müslüman olmayan ülkelerde bile büyük kalabalıklar, bazısının yekûnu yedi yüz bine ulaşan protesto mitingleri ve yürüyüşleri yapmışlardı. Biz niçin onlar kadar olamıyoruz? Maalesef yatakta uyuyoruz, ayakta uyuyoruz.

Bazı çok bilmişler “Bu gibi miting ve yürüyüşler fitne ve fesada sebebiyet verir” diyorlar. Irak’taki facialardan daha büyük bir fitne fesat olur mu? Emri maruf ve nehyi münker yapmak niçin fitne ve fesat olsun? Türkiye Müslümanları bu hallere nasıl düştü?

Uyuşturulduk, afyonlandık, sindirildik. Şuursuz hale getirildik. Yararımıza ve zararımıza olan şeyleri bilemiyoruz. Hareket kabiliyetimizi yitirdik. Bizi bu hale kimler getirdi?

İki zümre:

1. Düşmanlarımız, karşıtlarımız, şu mâlum ve mâhut güçler.

2. İçimizdeki din sömürücüsü, mukaddesat bezirgânı, dini imanı para, servet, şöhret, benlik, menfaat, ikbal olan alçaklar.

Emin olunuz, bu ikincilerin tahribatı birincilerden fazla olmuştur.

Bu hainler mıncıklaya mıncıklaya, son otuz yıl içinde, İslâmî hareketi, İslâmcılık cereyanını batırdılar ve bitirdiler. Saf Müslüman yığınların beyinlerini yıkadılar, akıllarını çeldiler, onları şartlı refleksli, şuursuz mahluklar haline getirdiler.

Bir kısım Müslümanlar o hale geldi ki, Evangelistler din ve iman kadeşlerimizi boğazlarken, Graham isimli papaz-zâde “Müslümanların tanrıları, bizim tanrımız değildir…” hezeyanını savururken, bir başka Evangelist Resul-i Kibriya Efendimize (sallallahu aleyhi ve sellem) “O bir teröristtir” diye kuduzca saldırırken; kendilerini dini bütün Müslüman sanan o bazılarımız bu heriflerle can ciğer, kuzu sarması diyalog ve hoşgörü muhabbeti yapıyor.

Küfür dünyasına hoş görünmek, onlardan ihsan ve aferin almak için camiyi kiliseye çevirmek isteyenleri bile protesto edemiyoruz. Neymiş efendim, “Protesto ederken bizimkilere zarar verirmişiz…” Başınıza sizinkiler kadar taş düşsün!

Cüzzamlıların derileri hissizleşirmiş; diken veya iğne batsa, yaralansalar, ateş dokunsa fark etmezlermiş. Bizim vicdanlarımız cüzzam olmuş.

“Böyle karamsar olma, her şey düzelecek, Müslümanlar zafer bulacak…” Behey nâdan!.. Her şeyin bir ücreti ve faturası vardır, öyle bedava kurtuluş ve zafer olur mu?

Bedava, ucuz, kolay, zahmetsiz, çilesiz, zafer olsaydı, Peygamer Aleyhisselatü vesselema nasip olurdu. Düşünsene bir kere, ne çileler, ne sıkıntılar çekti. Uhud Savaşı’nda, dağın yamacındaki kovukta düşmanın biri kılıcını vurdu, zırhının halkaları yüzünün etine geçti, dişleri kırıldı…

Dünya bir imtihan meydanıdır, dünyayı kendilerine yalancı, şeytanî, sahte, yapay bir cennet haline getirmek isteyenler sapıktır. Tekrar ediyorum sapıktır.

Allah’ın sünnetleri vardır. Onun yardımına nail olabilmek için, birtakım sebeplere yapışmak, tüvessül etmek gerekir. Hadîs-i kudsîde ne buyuruluyor: “Kulum bana bir adım yürürse, ben ona on adım yaklaşırım…” Bu yaklaşmak ne demektir? Allah zaman ve mekândan münezzeh… Yaklaşmak Allah’ın yardımı, nusreti, inayeti, koruması, tevfiki demektir. Evet, geçen Ramazan’da çok kötü bir imtihan verdik. Hâlâ da toparlanmış değiliz. 01 Aralık 2004