İNSAN HAKLARI İHLÂLLERİ
Milli Gazete-Köşe Yazıları
- 04 Aralık 1991
Devlet bakanlıklarının birinin insan hakları konusunda hizmet göreceğini memnuniyetle karşılıyoruz. Cumhuriyetin kuruluşundan bu yana memleketimizde insan hak ve hürriyetleri devamlı şekilde ihlâl edilegelmiştir. Bazı örnekler vereyim:
Müslümanlara yapılan zulümler, bir miktar azalmışsa da hâlâ devam etmektedir. Ankara Üniversitesi’nde başı örtülü kız talebeler derslere sokulmamakta, kendilerine ihtar üzerine ihtar verilmektedir. Fanatik baro yönetimleri, başı örtülü dindar avukat hanımların mesleklerini icra etmelerine hâlâ mâni olarak, utanç verici bir yobazlık ve gerilik örneği sergilemektedir. Namaz kılan bazı devlet memurları “sen kadınlarla el sıkışmıyorsun, sen altın haramdır diye gümüş yüzük takıyorsun, sen içki içmiyor ve karınla birlikte balolara katılmıyorsun!.” bahaneleriyle işlerinden atılıp perişan edilmektedir. Âdil mahkemelerde âdil kanunlarla muhakeme edilmeden verilen bu cezalar insan hakları ihlâli değildir de nedir?
İnsan haklarıyla ilgilenecek bakanlığın bu meseleler üzerine eğilmesini ve dindar vatandaşlara yapılan zulümlere son verilmesi için teşebbüse geçmesini beklemekteyiz. Aksi takdirde, yabancı dillerle yayın yaparak konuyu dünya kamuoyuna götürmek zorunda kalacağız.
İSLÂM BASINI
Ankara’daki ilk çalışmalarım nazar-ı itibare alınmazsa, gazeteciliğe 1960’da İstanbul’da “Yeni İstiklâl” ile başladım diyebilirim. O zamanlar yazı kadrosunu mümkün olduğu kadar geniş tutardık. İslâmcı, milliyetçi, mukaddesatçı, anti-komünist, masonluk ve Siyonizm aleyhtarı herkesten yazı alırdık. İmkânsızlık dolayısı ile doğru dürüst telif ücreti ödeyemezdik. Zaten yazan büyüklerimizin çoğunluğu böyle bir şeyi talep de kabul de etmezlerdi. Kimlerden yazı almadık ki? Ord. Prof. Dr. Ali Fuat Başgil. Doç. Nurettin Topçu, Üstad Necip Fazıl Kısakürek, Osman Yüksel Serdengeçti, Cevat Rıfat Atilhan, Zekai Konrapa ve daha düzinelerle isim.
Yeni İstiklâl bir gurup, hizip veya cemaatin yayın organı değil, ümmetin gazetesiydi. Nitekim okuyucuları da Müslümanlardı. Her meşrepten, her tarikten, her guruptan Müslüman.
Ben de yazardım ama uzun müddet imzamı kullanmadım. Bunca üstadın, hocanın, tecrübeli muharririn yanında imza atmaya hayâ ediyordum.
Bugün Gazetesi’nde de yelpazenin açısını elden geldiği kadar geniş tutmaya çalıştım. Birleştirici olmaya çalıştım.
Şimdi maşaallah ortalık hizip, gurup, tarik, cemaat yayın organlarıyla doldu. Herbirinde ancak “kendilerinden olanlar” arz-ı endam edip yazı yazabilirler. Adamın kalemi kuvvetliymiş, kültürü yeterliymiş, fikir sahibiymiş, iyi bir muharrirmiş. Bunlar birşey ifade etmez. Oralarda yazabilmesi için tâbir-i mahsus ile “bizden” yani o cemaatten olması gerekir.
İşte bu yüzdendir ki, keyfiyetçe ve kemmiyetçe güçlü bir İslâm basını kurulamıyor.
BİRLİK
Birleşmenin ne olduğunu anlatmak için, bu kelimeyi şu şekilde yazmak ve anlamak gerekir: “BİRleşmek”. İtaat edilen ümmet liderinde BİR’lik, fikirde BİR’lik, aksiyon da BİR’lik, hedefte BİR’lik, plân ve programda BİR’lik, güçte BİR’lik. (Ana hususlarda BİR’lik zaruridir. Teferruatta; tarik, meşrep, hizmet dağıtımı gibi konularda çeşitlilik olabilir ama bir şartla: Ana BİR’liğe ters düşmemek şartıyla.)
PARİS “CHARTE” I
Devlet ve hükümet Paris Şartı’nı (Charte) kabul etmiş. Bazıları bu yüzden sevinç içinde. “Yaşasın, Paris Şartı onaylandı!” diye neredeyse zil takıp oynayacaklar. Peki bu Paris Şartı bizde de geçerli olunca acaba trafik keşmekeşine bir deva olacak mı? Rüşveti ve soygunu önleyici bir maddesi var mı? Namaz kıldıkları, oruç tuttukları için ordudan atılan dindar personelin imdadına koşacak bir gücü olacak mıdır? Masonların serbestçe âyin yapmaları gibi, Müslümanlar da serbestçe tekkeler açıp zikir meclislerinde toplanabilecekler midir? Müslüman kadın avukatlar, bu şart sayesinde, mesleklerini icra edebilecekler midir? Paris Şartı’nın ışığında hastahâneler daha mı temiz olacaktır? Yüzde yüz elliyi geçen banka kredileri haramiliğine dur denilebilecek midir?.. Yoksa eski hamam eski tas kalmağa devam mı edeceğiz?
ŞEKERLİ!
Ziyafet sofrasındaki bütün ağır yemeklerden ikişer tabak yedi, börekleri, kaymaklı tatlıları hapır hupur atıştırdı, tereyağlı pilâvı kaşıkladı, levreğin üzerine mayonezi bolca döktü. Nihayet kahveler içildi, öteki salona geçildi, yatsı namazından sonra nefis kokulu çaylar geldi. Bizim, yemekleri, tatlıları fil gibi tıkınan efendi “çayınıza kaç şeker istersiniz?” diye soran ev sahibinin oğluna, “teşekkür ederim, bende şeker var, çaya sakarin koyayım” cevabını verdi. Cebinden minik bir kutu, kutudan minnacık bir hap çıkardı, çayına onu attı, çay biraz köpürdü, bizim perhizdeki şekerli hacı beyimiz gözlerini süze süze huzur içinde içti.
NEREDESİNİZ?
Solculara sempati duyan milletvekilleri, seçimleri kazandıktan kısa bir müddet sonra Eskişehir Cezaevi’ne koştular, içeridekilere destek verdiler. Dayanın, yanınızdayız, hizmetinizdeyiz dediler. Dediklerini de yaptılar, hükümet kararıyla birkaç gün içinde o modern hapishâneyi boşalttırdılar, murad ve meramlarının birinci perdesini gerçekleştirdiler. Bütün bunlar olurken Ahkara Üniversitesi’nde, şurada burada başörtülü Müslüman öğrencilere güçlükler çıkartılıyor, zulümler yapılıyordu. Onların yanında da bazı milletvekilleri olması gerekmez miydi? Onların da bütün ağırlıklarını koyarak, şu devr-i dilârâ-i yasaksızlıkta başörtülü kıyımını önlemeleri icap etmez miydi?
04.12.1991