SalıDİN kitaplarımızda bütün iyi, doğru, güzel şeylerin kaynağının İslâm olduğu yazılıdır. Peki bu iyi, doğru, güzel şeyleri niçin hayata geçiremiyoruz, niçin bunları şahıslarımızda ve eserlerimizde sergileyemiyoruz?

Çünkü İslâm ile Müslümanlar arasında kopukluklar vardır. İslâm bizim ilimli, irfanlı, kültürlü, ahlâklı, faziletli, hikmetli olmamızı istiyor. Bunlar bizde yeteri kadar mevcut değil.

Müslümanların güçlü bir iradeye sahip olmaları lazım, bizde o da yok. İslâm karşıtlarının, İslâm’ın dışındakilerin iradeleri bizim iradelerimizden çok daha güçlü ve tesirli.

Bu devirde hayata, ülkeye, işlere hâkim olabilmek için mutlaka güçlü, tesirli, üstün bir medya gerekiyor. Bizim gücümüz, irademiz, bilgimiz, ahlâkımız, ihtisasımız (uzmanlığımız) buna yetişmiyor.

İslâm karşıtları, medya konusunda birinci ligte oynayacaklar, toplumu kontrol edecekler, yönlendirecekler; Müslümanlar ise ikinci ligte, üçüncü ligte oynayacak. Bu durumda elbette yükselemezler, hürleşemezler.

Bazı dar görüşlüler, “Efendim şimdi bunca önemli ve hayatî iş varken estetik, sanat demenin mânası var mı?” gibi laflar ediyorlar. Bu kişiler gerçekten dar görüşlü, kısa ufukludur. Estetik ve sanat, siyasetten daha önemlidir. Estetik sahasında üstün olmadan başarı kazanmak, zafere ulaşmak mümkün değildir.

Diyelim ki, dindarlar büyük bir cami yaptırdılar. Mimarlık, estetik, sanat bakımından üç şık var:

1. Bu cami binası mimarlık, sanat, estetik tarafıyla gerçekten bir şaheser olur. Müslüman veya gayr-i müslim herkes hayran kalır. Dünyanın belli başlı mimarlık ve sanat dergilerinde bu yapı ile ilgili resimler, yazılar, araştırmalar yayınlanır. Böylece Müslümanlar prestij kazanır.

2. Mimarlık, sanat, estetik bakımından bina yeni bir şey getirmemekle birlikte, eskinin çok güzel bir kopyası ve taklidi olur. Gelip geçenlerin gözlerini okşar.

3. Ne eski camilere benzeyen, ne de yeni bir yapı olarak herhangi bir mimarlık ve sanat kıymeti bulunan; aksine ahenksiz, orantısız, zevksiz, felaket bir yapı olur. Üç şerefeli upuzun minareler, sözde süs olsun diye konulmuş birtakım ilaveler, başarısız iç mekân.

Bizde maalesef son kırk yıl içinde inşa edilen kırk bin camiin çoğu üçüncü maddede anlatmaya çalıştığım tipte mimarlık eserleridir.

İslâm laf, gevezelik, edebiyat dini değildir. Amel, aksiyon, iş, eser dinidir.

Şu kılık kıyafetlerimize bir bakalım: Müslüman erkeklerin çoğunun kılık kıyafet bakımından İslâm ile, İslâm medeniyeti ile bir ilgisi kalmamıştır. Haydi, sıkıntı çeken fakir halkı bir kenara bırakalım ve tuzukuru, parası bol birtakım İslâmcıları inceleyelim. Aman ya Rabbi! Vakko’dan, Beymen’den, İtalya’dan, en lüks ve en pahalı mağazalardan giyiniyorlar ama o renk cümbüşü, o uyumsuzluk nedir. Madem ki, birtakım tarihî ârızalar ve baskılar bizi Batılılar gibi giyinmeye mahkum ve mecbur etti, o halde sade, güzel, uyumlu, lüks olmasa bile şık giyinmeye çalışmamız gerekmez mi?

Adamlar zengin olmuşlar, yüksek makamlara çıkmışlar ama zevk, sanat, estetik bakımından çok aşağıda kalmışlar.

Ev dekorasyonlarımız da öyle. Önemli, kodaman, pabucu büyük, anlı şanlı, itibarlı, saygın bir İslâmcının pahalı, lüks, şatafatlı evine gidiyorsunuz ve dekorasyonun tam mânasıyla bir felaket olduğunu görüyorsunuz. Büfeler, vitrinler gümüş, kristal eşya ile dolu. Lakin duvarlarda bir takım kıymetli, orijinal hüsn-i hat levhası yok. Zengin ve varlıklı bir Müslümanın şatafatlı evinde hüsn-i hat olmazsa vah ona.

Trilyonlara sahip, yüz bin dolarlık limuzinle gezen kodaman ve zengin Müslümanın evinde yerlere fabrika işi halılar serilmiş. Ne ayıp ne ayıp. Yahu biz halı sanatının merkezlerinden biri olan bir ülkede yaşıyoruz. Bütün dünya zenginleri, koleksiyonerleri, kültürlü ve meraklı adamları Türk halıları, Türk kilimleri alıyor, evlerini bunlarla süslüyor ve bizdeki tantanası ve tafrası bol, lafa geldi mi cart curtundan yanına yaklaşılamayan İslâmcının evinde bir tek el dokuması, kök boyalı halı veya kilim yok.

İlme, irfana, sanata, estetiğe, kültüre, edebiyata, tarihe, mimarlığa, tefekküre önem vermeyen Müslüman nomenklatura sık sık içkisiz lüks Müslüman restoranlarda boy gösteriyor. Oralarda az yemek ayıptır. Masa donatılır. Önce çerezler gelir çeşit çeşit. Kebaplar bir değil, bir buçuk porsiyon ısmarlanır. Su içilmez; ayran , şerbet. Salatalar, turşular, ezmeler, tatlılar, en ağırından ve kaymaklı olmalı. Arkasından kahveler çaylar, mideler torba gibi dolmuştur, göbekler davul gibi şişip gerginleşmiştir. Suratlar beşuş, sık sık he he he, ho ho ho, ha ha, ha diye gürültülü bir şekilde gülünür. İslâmcılığa yetmiş beş kilo ile başlayıp birkaç sene içinde yüz kiloyu aşan nice kişi bilirim.

Sonra bir tazallüm (zulme uğramışlık), bir şikayet edebiyatı ki, sormayın. “Bizi masonlar, bizi dinsizler, bizi münafıklar bu hale getirdi. Masonlar, dinsizler, münafıklar olmasa kısa zamanda memleketi güllük gülistanlık yaparız…” Bre nâbekârlar! Münafık münafık diye ne söylenip duruyorsunuz. Sizden âlâ münafık mı olur.

İlimsiz, irfansız, kültürsüz, hikmetsiz, sanatsız, estetiksiz, mimarîsiz, tarihsiz, edebiyatsız bir İslâmî hareket yok demektir.

Köy, gecekondu, taşra, varoş zihniyet ve kültürüyle İslâmî hareket olmaz.

Demagoji, şarlatanlık, soytarılık, popülizm, makyavelizm ile İslâm’a ve Ümmet’e hizmet edilemez.

İslâm temiz bir dindir, ona ancak temiz Müslümanlar hizmet edebilir.

“Hem hizmetimi yaparım, hem de küpümü doldururum…” Bu kafa yok mu, işte bizi batıran odur.

İslâm’a ve ümmete hizmet için ortaya atılanların güçlü, vasıflı, üstün Müslümanlar olması gerekir. Bilgi, aksiyon ve estetik sahasında.

Haçlı zihniyetiyle mücadele edebilmek için Müslümanların başında mutlaka bir Salahaddin Eyyubî bulunması gerekir. Salahaddin yoksa bir milyon asker ve mücahid de olsa bir işe yaramaz. 07 Kasım 2001