Pazar

 

Polonyalı Kont Edward Raczynski, 1814 yılında, aralarında ressam Fuhrman‘ın da bulunduğu kalabalık bir heyetle Osmanlı ülkesine gelir. İstanbul, Çanakkale, Marmara bölgesinde seyahat eder ve gördüklerini 1821’de, büyük boy ve gravürlü bir kitap şeklinde yayınlar. Bu eserin Türkçe’ye de tercümesi yapılmıştır:

1814’te İstanbul ve Çanakkale’ye Seyahat.

(Çeviren: Kemal Turan. İstanbul 1980. Tercüman 1001 Temel Eser. No. 150. 221 sayfa.)

Polonyalı seyyah o zamanki Müslümanların ticaret ve iş ahlâkını şöyle beyan ediyor:

“İstanbul’daki Türklerin, namuslu ve dürüst alış-verişlerine hayran oldum.

Hemen hemen her gün bedestene gidiyordum. Bizdeki alıcı ve satıcıların birbirlerini aldatmaya kalkışmalarına burada hiç rastlamadım. Satıcı, malına bir fiyat söylüyor, alıcı ise, bu fiyattan aşağıya bir fiyat veriyor. Verilen üçüncü fiyatta ya uyuşuyorlar, yahud da alıcı çekip gidiyor.

Kazanç hırsı, Müslümanların günde beş vakit namaz kılmalarına mâni olmuyor.

Müezzin ezan okuyunca herkes camiye koşuyor. Esnaf dükkanlarını kapatmayıp biraz sonra geri döneceklerini belirtmek için kapılarının önüne birer bez çekiyorlar. Bu sonsuz itimat, hizmete göre değer kazanıyor.

İstanbul’da hırsızlık vakalarına çok seyrek rastlanırmış. Bu işi yapsa yapsa ancak ya bir Yahudi, ya bir Ermeni, ya da bir Rum yaparmış.”

İslâm büyüklerinden İmamı Şâfii Hazretleri,

“Asıl fazilet, düşmanın kabul ve şahadet ettiğidir”

buyurmuşlardır.

Ondokuzuncu asrın başlarında Osmanlı İmparatorluğu gerileme ve çöküş devrini yaşıyordu ama Müslümanların ahlâkı bugünkü gibi bozulmamıştı.

İstanbul’da Beyoğlu’nda

İngiliz Konsoloshanesinin önündeki büyük patlama

esnasında civardaki bir kuyumcu dükkanının vitrinleri parçalanmış, altınlar sokağa saçılmış,

komşu esnaf toplayabildiğini toplamış, sahibine vermiş, ancak, ne yazık ki, yağmacılar ve çapulcular bir kısım altın, para ve mücevheratı kapışmışlar.

Eski ahlâkımız olsaydı böyle mi olurdu?

Eskiden, bugünküne benzemeyen bir

mahalle teşkilatımız

varmış, mahalleli birbirine mütteselsilen kefilmiş. Bir cinayet işlenir, adam öldürülürse câni ve katil bulunamadığı takdirde ölenin diyetini (kan bedelini) mahalleli ödermiş. Bu yüzden de halk mahallesine, sokağına tanımadıkları, şüpheli, uğursuz adamları almazlarmış.

Eskiden yalnız yaşayan bir kadın uygunsuz işler yaparsa, evine “baskın” tertiplenirmiş.

Mahallenin imamı, ileri gelenleri, delikanlıları ansızın, geceleyin evin kapısını çalarlar, içerdeki ahlâksız erkeği yakalayıp bir temiz döverler, karıya da mahalleyi terk etmesi için bir iki gün mühlet verirlermiş.

Eskiden Müslümanların sözü sözmüş, borcu borçmuş. Verilen söz yerine getirilirmiş, borç ödenirmiş. Nitekim eski medenî kanunumuz olan

Mecelle-i Ahkâm-ı Adliyede


“Deyn eda olunur”

(borç ödenir)

diye yazılıdır.

İslâm hukukuna ve ahlâkına göre bir insanın borcunu ödemesi farzdır.

Bazı zarurî sebepler dolayısıyla borcunu ödeyemeyene mühlet vermek, kolaylık göstermek ise vâciptir. Zarurî sebepler dedim… Borçlunun başına bir felaket gelebilir, dükkânı yanabilir, gemisi batabilir, ağır bir hastalık geçirebilir… Yoksa,

sefihâne bir hayat sürecek, lüks ve gösterişli otomobil alacak, gül gibi karısı varken Moldavyalı bir karıyı ayrı eve kapatacak, bin türlü rezillik yapacak ve sonra borcun vâdesi gelince ödeyemeyecek. Böyle alçağa niçin mühlet verilecekmiş?

Bugünkü ticaret ve iş hayatımız bir fâciadır. Adama bono

(vâdeli senet)

verir, zamanı gelince ödemez. Çek verir, karşılıksız çıkar. Söz verir, sözünü tutmaz. Malın evsafı ve kalitesi hakkında yalan konuşur, aldatır. Velhasıl

ticaret, iş, alış-veriş hayatında bin türlü yamukluk yapar…

Tabiî ki namuslu, şerefli, dürüst, sözüne sadık, borcunu ödeyen, ticaretine ve işine yalan dolan karıştırmayan, müşterisine ihanet etmeyen örnek tacirlere ve iş adamlarına bir şey dediğimiz yoktur. Onları tenzih ederiz, başımızın tacı olsunlar.

Yeni bir anayasa yapılırsa Türkiye düze çıkarmış… Türkiye külliyetli miktarda kredi bulursa ferahlık olurmuş… Hükümet muslukları açarsa piyasa düzelirmiş… Bunlar boş ümitlerdir, hiçbir toplum, kötü taraflarını bilip onları iyileştirmek için çalışmadıkça kurtulamaz, selamete çıkamaz.

Türkiye’yi, Müslümanları ayakta tutan; onlara güç, vasıf, üstünlük, zindelik kazandıran bütün değerler, bütün müesseseler yıkılmıştır. Yerlerine hiçbir şey konamamıştır. Bu boşluk doldurulmadıkça ülke, halk, devlet yücelmez.

Ticaretin, sanayiin, iş hayatının da ahlâkı-etiği vardır.

Günümüzde para en büyük değer, amaç olmuştur. Para put olmuştur.

Altın buzağıya tapan toplumlar Allah’ın gazabına uğrarlar, iflah olmazlar.

Şu sefil solucana bakınız:

– Yüz binlerce hattâ milyonla dolara lüks, gösterişli, gurur ve kibir verici bir mesken alıyor, bir de yazlık.

– İhtiyacı olmadığı halde, yüz, iki yüz bin dolara otomobil alıyor.

– Çocuklarının annesi karısını başından savıp seksi bir genç karı ile birlikte yaşamaya başlıyor.

– Helal haram ayırımı yapmadan kuduz bir hırsla para, daha fazla para, en çok para kazanmak için yemediği halt kalmıyor.

– Hava parası vererek lüks bir kulübe üye oluyor.

– Hiç lüzumu olmadığı halde, iş yerinden evine helikopterle gitmeye kalkıyor.

Bu beyinsizliklerin sonucu olarak da, iş ve ticaret sermayesi ölü mallara bağlanıyor, sonunda iflas ediyor. Böyle tacirden, iş adamından ne kendisine, ne ailesine, ne de mensubu olduğu topluma ve ülkeye bir fayda gelir.

Sözüm öncelikle Müslüman tâcirlere ve iş adamlarınadır. Yüce dinimizin fıkıh ve ahlâk prensiplerine kesinlikle uymalıyız.

“Bu düzen bozuk bir düzendir, böyle düzenlerde ve zamanlarda yamukluk yapmak câizdir…”


mealindeki şeytanî fetvalara kesinlikle inanmamalıyız. Biz

“Emîn”

sıfatına sahip ulu bir Peygamberin ümmetiyiz. Dinimizin temel farzlarından biri de istikamet, yani doğruluktur. Beş vakit namaz kılan dindarların günde defalarca okudukları Fatiha suresinde

“İhdina’s-sırata’l-mustaqıym”

(Ya Rabbi! Bizi doğru yola kılavuzla.)

ibaresi geçmektedir. Gafil olmayalım. 08 Aralık 2003