Cumartesi

İslâm dinini, yedinci miladî yüzyılda Allah’tan gelen vahiyle Hazret-i Muhammed aleyhisselâtü vesselâm insanlığa tebliğ etmiş, hükümlerinden hiçbirini gizlemeyerek bütünüyle bildirmiştir. O tarihten bugüne kadar bu yüce dini,

islâm büyükleri

Müslümanlara ve insanlığa öğretmişlerdir. İslâm büyüklerinin belli başlı vasıfları şunlardır:

(1) İslâm dininin zâhir hükümlerini çok iyi bilen âlim kişilerdir.

(2) Bu ilimlerde icazetlidirler. Yani, ucu Resullerin Seyyidine ulaşan bir silsilenin halkasıdırlar.

(3) Şeriata aykırı hiçbir iş yapmazlar, Şeriata aykırı hiçbir şeyi de doğru olarak göstermezler.

(4) Bâtın, tasavvuf, tarikat konusunda Resulullah Efendimize bağlıdırlar. Onların tasavvufunda Şeriata aykırı en ufak bir husus yoktur. Yüzde yüz Şeriata uygun ve muvafıktır.

(5) İslâm büyükleri, Resulullah Efendimizin Sünnetine uyarlar.

(6) Bu yüksek zatlar ahlâk, fazilet ve hikmet sahibidir. Ahlâksız, faziletsiz, hikmetsiz kişiden İslâm büyüğü olmaz.

(7) Bu gibi kimseler benliklerini kontrol altına almışlardır. Nefs-i emmaresine tâbi olan kişi meşhur bir şahsiyet olabilir, büyük bir zat olabilir, sanatkâr olabilir, lâkin asla İslâm büyüğü olamaz.

(8) Bu zatlar, İslâm’ın temel farzlarından olan “İyiliği emretmek, kötülüğü yasaklamak” farzını ellerinden geldiği kadar yerine getirirler.

(9) Bu gibi kimseler dinde reform, yenilik, değişiklik gibi şeytanî yollara sapmazlar. Onlar Allah’ın ve Resulünün koyduğu kesin hükümlerde, kulların değişiklik yapamayacağını çok iyi bilirler.

(10) İslâm büyükleri, Müslümanların ıslahı için çalışır, onlar asla fesada sebebiyet vermezler.

(11) İslâm büyükleri, Müslümanların paralarını ve mallarını toplayıp zimmetlerine geçirmezler. Onlar para ve malla yapılan hayırlı işleri teşvik ederler, ancak bunlardan hisse almazlar, kendilerine pay verilmesini istemezler.

(12) İslâm büyükleri lüksten, israftan, aşırı tüketimden, şatafattan, gösterişten, tantanadan, şaşaadan, debdebeden uzak dururlar. Çünkü onlar “El-fakru fahrî…” diyen Yüce Peygamberin vekilleri, vârisleri, halifeleri durumundadır. Peygamber paraya, mala, servete önem vermemiştir; onlar da vermezler, mütevâzı, alçak gönüllü yaşarlar.

(13) Böyle büyük zatlar, beş vakit namazını tâdil-i erkân ile dosdoğru bir şekilde kılarlar. Târik-i salâttan İslâm büyüğü olmaz, böylelerine fâsık ve fâcir denir. Bir fâsık ve fâcir nasıl İslâm büyüğü olabilir?

(14) İslâm büyükleri farz namazlarda cemaate büyük önem verirler. Şer’î bir özürleri olmadıkça farz namazlarını cemaatle eda ederler.

(15) İslâm büyükleri şahıslarını putlaştırmazlar, bağlılarının kendilerini “erbab” haline getirmelerine kesinlikle izin vermezler.

(16) İslâm büyükleri, gayr-i müslimleri dost ve velî ittihaz etmez.

(17) İslâm büyükleri, Yaratan için yaptıkları faaliyet ve hizmetlerin ücretini yaratıklardan istemez. Kendisi istemese, yaratıklar ona ücret vermek isteseler, yine kabul etmez.

(18) İslâm büyükleri, hem müjdeler, hem uyarır. İman edenlerin, sâlih amel işleyenlerin, Allah’a ve Resulüne itaat edenlerin ebedî mutluluğa kavuşacaklarını, cennete konacaklarını haber verir. Allah’ın Resulünü, Allah’ın kitabı Kur’ân’ı, İslâm dinini inkâr edenlerin, tövbe edip doğru yola girmedikleri takdirde ebedî felakete uğrayacaklarını, cehennemde azap çekeceklerini halka söyler.

(19) İslâm büyükleri dalkavuklardan, yalakalardan, meddahlardan (aşırı ve devamlı şekilde övenler) hoşlanmaz. Onların nazarında övgülerle yergiler eşittir, hattâ övgüler daha tehlikelidir. İslâm büyüğü, Allah’ın rızasına tâlip kişidir, onun övgüye mövgüye ihtiyacı yoktur. Bağlılarına kendisini övdürten, bu övgülerden büyük zevk alan, övgülere müptela (bağımlı) olan kişi İslâm büyüğü değildir.

(20) İslâm büyüğü nurlu bir kişidir. Gönülleri ve karanlıkları aydınlatır, Müslümanlığa ve bütün insanlığa iyi haberler verir, acı ve sıkıntı çekenleri teselli eder. Azgınların ve sapkınların tövbesine vesile olur. Yeryüzünde iyiliğin, güzelliğin, doğruluğun hâkim olması için çalışır.

Eskiden medreseler ve tarikatlar böyle büyükler yetiştiriyorlardı. Sonra medreseler ve tarikatlar kapatıldı, yasaklandı, yeterli sayıda icazetli ulema ve şeyh yetişmez oldu. Dikkat buyurulsun, hiç yoktur demiyorum, yeterli sayıda olmadığını söylüyorum.

Bugün Türkiye’de yeni bir sınıf türemiştir, bunlara ilahiyatçı deniliyor. İlahiyatçılar iki ana gruba ayrılır:

Birinci grup: Bunlar Ehl-i Sünnet çizgisinden ayrılmazlar, eski ulemanın yolundan giderler, halkı bilgilendirmeye, uyarmaya, ıslah etmeye çalışırlar, kendilerine hürmet ve selamlarımızı arz ederiz.

İkinci grup: Bunlar yoldan çıkmış, bozuk ilahiyatçılardır. Böylelerinin yaptığı bazı bozuk ve yanlış şeyleri sıralayalım:

(Bir) Bunlar din âlimi değil, yerli, Müslüman oryantalisttir.

(İki) Dinde reform, değişiklik, yenilik yapılmasını isterler.

(Üç) İndirilmiş (münzel) gerçek İslâm’ı beğenmezler, kendi kafalarına göre uydurulmuş bir din türetmek isterler. Bu konudaki ilhamlarını gayr-i müslimlerden alırlar. Light İslâm… Ilımlı İslâm… Şeriatsız ve fıkıhsız İslâm…

(Dört) Bunların çoğu gerekli ilme sahip olmadıkları halde kendi şahsî reyleriyle Kur’ân’ı yorumlamaya kalkar, âyetlere yanlış mânâlar verir, halkı sapıttırmaya yeltenirler.

(Beş) Bu gibi kimseler nice sahih hadis-i şerifi inkâr eder.

(Altı) Bin dört yüz seneden beri Müslümanların doğru olarak kabul ettikleri, müttefakun aleyh nice dinî hükmü ve müesseseyi reddederler.

(Yedi) Fetva verecek ehliyete, liyakete, güce sahip olmadıkları halde mutlak müctehid kesilerek Kur’ân’dan, Sünnetten hüküm çıkarmaya yeltenirler.

(Sekiz) Bunların bazıları Peygamber Efendimizi ve Sünnetini büsbütün reddederek “Peygamber bir postacıydı, öldükten sonra işi bitmiştir…” der. Müslümanlar, Peygamberi bırakacaklar, bu nev-zuhur reformcu ilâhiyatçının peşine düşecekler…

(Dokuz) Birtakım bozuk ilahiyatçılar, Ehl-i Sünnet Müslümanlığını hafife alıyor, hattâ tahkire kadar varacak çirkin ve yersiz ifadeler kullanıyorlar. Bunlardan birisi Ehl-i Sünnet Müslümanlığına “İlmihal Müslümanlığı” diyor. Bayımız, “Kur’ân Müslümanlığını” tebliğ ediyormuş…

(On) Bunlardan birisi, Müslümanları aldatan sarıklı farmason, karışık ve bulaşık Cemaleddin Afganî’yi Müslümanlara önder göstermeye kalkıyor. Bunca kâmil, mürşid, icazetli âlim, gerçek şeyh dururken, Şiî olduğu halde kendisini Sünnî göstererek, İranlı olduğu halde Afgan göstererek Müslümanları aldatan, İslâm diniyle savaşan Farmason locasına kayıtlı bulunan, son derece şüpheli ve şâibeli bir adam nasıl olur da Müslümanlara önder ve kurtuluş rehberi olabilir?

Dilimizde “Kendi düşen ağlamaz” sözü vardır. Müslümanlar dikkatli olsunlar. İslâm dinini, İslâm büyüklerinden, icazetli gerçek İslâm âlimlerinden, gerçek şeyhlerden, hakiki hocalardan, Ehl-i Sünnet çizgisi içerisinde yürüyen aklı başında temiz ilâhiyatçılardan öğrensinler. Bunları bırakıp da, reformcuların, yerli oryantalislerin, rey ve heva ehlinin peşlerinden gidenler maazallah imanlarını yitirebilirler, ebedî felakete uğrayabilirler. 14 Ağustos 2005