İslâm Düşmanları
Milli Gazete-Köşe Yazıları
- 26 Şubat 2019
Cumaİslâm, Şeriat, Kur’an düşmanları Müslümanları gericilikle, taassubla (bağnazlık), çağdışı olmakla suçluyor, onlara bir sürü hakaret savuruyor, çamur atıyor. Gerçekte ise en aşırı ve azgın bağnazlar onlardır.
İslâm büyük ve semavî bir dindir; aynı zamanda bir dünya nizamıdır, bir medeniyettir. Bin dört yüz yıllık tarihleri boyunca Müslümanlar büyük devletler kurmuş, insanlar bu devletlerin hakimiyeti altında barış, güven, huzur, refah içinde yaşamışlardır.
Müslümanların adaletini, toleransını, farklılıklara verdikleri hürriyeti yabancıların yazmış olduğu kitaplardan öğrenmek gerekir. Çünkü asıl fazilet yabancıların ve düşmanların yaptığı şahadetle sâbit olan fazilettir.
Osmanlı devleti Balkanlardan ve Ortadoğudan çekildi, onun yerine irili ufaklı bir yığın devlet kuruldu da ne oldu? Bu bölgeler huzur buldu mu, barışa kavuştu mu, refah ve güven içinde yaşayabildi mi? Tam tersine oldu.
Osmanlı hakimiyeti ve saltanatı sanıldığı gibi 1922’de son padişah Sultan Vahidüddin’in yurt dışına çıkmasıyla son bulmamıştır. Hâtemü’l-mülûk Sultan İkinci Abdülhamid Han hazretleridir. 1908’de Jön Türklerin baskılarıyla İkinci Meşrutiyet ilân edildikten sonra iktidar padişahın elinden çıkmış, İttihadçıların, Farmasonların, Sabataycıların eline geçmiştir. 1908’de Meşrutiyet ilan edilmiş, “Yaşasın hürriyet, müsavat, adalet, uhuvvet…” feryatları kopartılmış, 1911’de İtalya Trablusgarb’a saldırmış, 1912’de Balkan harbi patlak vermiş ve ordunun siyasete karışması dolayısıyla savaş kaybedilmiş, ülkenin en zengin ve verimli toprakları, Rumeli-i şahane elden gitmiş, Bulgar orduları Çatalca’ya kadar yaklaşmış; 1914’de Enver’in kaprisleri yüzünden Birinci Dünya savaşına girilmiş ve 1918’de Mondros mütarekesiyle devlet yenilgiyi kabul etmiştir.
Osmanlı devletinin en büyük gücü İslâm dinine olan sımsıkı bağlılığıydı. O bağlılık gidince devlet de elden gitmiştir.
Son hakikî padişah ve halife Sultan Abdülhamid kan dökmekten hoşlanmazdı. Nice idam mahkumunun cezasını bile infaz ettirmemiş müebbed hapse çevirmiştir. Ona zâlim diyen Jön Türkler, İttihadçılar, Masonlar, Sabataycılar ise iktidarları boyunca İstanbul sokaklarını darağaçları ile doldurmuşlar; nice mâsum ve bîgünah muhalifi aşmışlardır. Sultan Abdülhamid muhaliflerini uzak vilayetlere, Ege adalarına, başka yerlere sürerdi. Sürdüğü adamların çoğuna oralarda iş vermiş, maaş bağlamıştır. Sözde meşrutiyet, hürriyet, adalet taraftarı olan Jön Türkler ise İstanbul’da üç muhalif gazeteciyi öldürmüşler, muhaliflerini karanlık ve rutubetli zindanlarda çürütmüşlerdir.
Sultan Abdülhamid’in hatâları yok muydu? Elbette vardı. Lakin o hiçbir zaman bu vatana, bu devlete, bu halka hıyanet etmemiştir.
1908 ile 1918 yılları arasında İttihadçıların yolsuzluklarını anlatmak için ciltlerle kitap yazılması gerekir. Vagon ticaretleri, bulgur yolsuzlukları, Birinci Cihan Harbi’nin karanlık günlerinde halk açlıktan ölürken İttihadçı kodamanların hırsızlıkları, soygunları.
Kuruluş ve yükseliş devirlerinde Osmanlı imparatorluğu bir “Milletler Birliği” sistemine sahip olmuştur. Ülkedeki birinci ve dominant “Millet” İslâm milletiydi. İkinci sırada Ortodoks Rum milleti geliyordu. Onu takiben Ermeni, Yahudi ve sair milletler vardı. Milletler kendi dinlerini, dillerini, hukuklarını, kültürlerini, kimliklerini korumakta, devam ettirmekte serbest idiler.
Türkiye’deki İslâm karşıtları bugün, ezici çoğunluğu teşkil eden Müslümanlara hoşgörüyle bakmıyor; onların din, vicdan, inandıkları gibi yaşamak hürriyetlerini kabul etmiyor; kız talebelerin, dindar memurelerin başörtülerine karşı çıkıyor; anne babaların yaz tatillerinde on iki yaşından küçük çocuklarına din ve Kur’an dersi verdirmelerini yasaklıyor. Amerika’da tahsil etmiş, yüksek kültürlü, şık giyimli bir hanım milletvekili, başına zarif bir eşarp örtüyor diye Millet Meclisi’nden kovulmuş, vatandaşlıktan atılmıştır. Bu mu hürriyet, bu mu adalet, bu mu eşitliktir?
Gizli ve esrarlı güçler ahlâksızlığı, içkiyi, kumarı teşvik ediyor. Vatandaşların dindar olmaması için bütün vasıtalara başvuruluyor, bütün yollar deneniyor. Ortaöğrenim gençliğinin yüzde yetmiş dördü uyuşturucu ile tanıştırılmıştır. Üzerinde TC anteti bulunan resmî vesikalarla birtakım bedbaht kadınlara fuhuş yapma izni ve serbestliği tanınmaktadır. Böyle kadın hürriyeti olur mu? Fahişelik köleliğin en iğrenci ve çirkini değil mi? Böyle bir şey nasıl olur da resmen teşvik edilir?
Hani İslâm’a sırt çevirerek ilerleyecek, medeniyetin en yüksek seviyesine çıkacaktık?
Korkunç ve genel bir kokuşma ülkeyi, toplumu tufan gibi kuşattı. Rüşvet genelleşti. Devletin malı deniz, yemeyen domuz diyenler efsânevî soygunlar yapıyor. Helâl haram nedir bilmeyenler devlet bütçesini ve mahallî idarelerin imkanlarını hortumlayıp duruyor. Ziraat çöktü, hayvancılık öldü, denizlerdeki balıklar bile kurudu. Dinî değerlere bağlılık kalmayınca maddeperestlik, haram yiyicilik, hedonizm milyonlarca insanımızı pençesine aldı. Tek değer para oldu. Lüks, israf, aşırı tüketim halkı çılgına çevirdi.
İslâm için “Mâni-i terakkidir” (ilerlemeye engeldir) diyorlardı. İslâm’ı aradan çıkardılar da ülke ilerledi mi, millet refaha ve huzura kavuştu mu?
Güney Kore kendi otomobillerini yapyor ve başta ABD olmak üzere bütün ileri, zengin, müreffeh ülkelere her yıl binlerce araba satabiliyor da, Türkiye niçin yüzde yüz millî ve yerli otomobilini yapamamıştır? İslâm’dan uzaklaşmış, çağdaş, terakkiperver, ilerici idareciler ve iş adamları niçin Güney Koreliler gibi başarılı olamamıştır?
Batma, çökme, dağılma safhasında olan bir toplum görmek isteyenler Türkiye’ye baksınlar.
İslâm düşmanları, sebebiyet verdikleri bunca felaket ve uğursuzluğa bakmıyorlar da hâlâ İslâm’la ve Müslümanlarla uğraşmaya devam ediyorlar. Gafletin böylesi nerede görülmüştür? Onların felsefesi şudur: İslâm geleceğine ülke, millet ve devlet batsın, daha iyidir.
Bir yandan İslâm ve Müslümanlara açıktan düşmanlık ederken, öbür yandan da din sömürüsünü elaltından teşvik ediyorlar. Müslümanların bütün eğitim müesseselerini kapattılar, medenî aydın bir Müslüman sınıf yetişmesine imkân vermediler. Böl, parçala ve hükmet prensibi uyarınca Müslümanları bin hizbe, fırkaya, cemaate ayırdılar, birtakım din baronları ile gizli anlaşmalar, protokollar yaptılar; Ümmet-i Muhammed’in içine sürüyle casus, ajan, istihbaraçtı, provokatör soktular. Birtakım hırsızların, eşkiyanın bağlılarını kaz gibi yolmasına, inek gibi sağmasına ses çıkartmadılar. Lakin bu konuda nice dosya hazırlamışlardır ve birtakım baronları, burunlarına hrızma takılmış ayılar gibi istedikleri yöne sevketmekte, istedikleri gibi kullanıp oynatmaktadırlar. Hele bir karşı koymaya kalksınlar, dosya bombalarını patlatırlar ve onları berhava ederler.
Velhasıl bu memlekette İslâm düşmanları taassubun, geriliğin, çağdışılığın, ahlâksızlığın, gafletin, hıyanetin temsilcileridir. 14 Ekim 2000