İslâm Kıyafeti
Milli Gazete-Köşe Yazıları
- 03 Ocak 2019
Cumartesi
Hazret-i Peygamber,
“din adamı mıydı?” Elbette değildi. Zaten İslâm’da ruhbanlık ve ruhban sınıfı olmadığı için böyle bir soru yersiz ve saçmadır. Peygamberin kim olduğunu bize en güzel ve en doğru şekilde Kur’an söylüyor:
Altıncı ve yedinci miladî asırlarda Hicaz Arapları nasıl giyinip kuşanıyorlarsa o da öyle giyinmiştir.
Elbette vardı.
Öyle her önüne gelen ulema ve meşâyıh (şeyhler) kıyafetine giremez.
Bizdeki Tanzimat hareketinden sonra Batı medeniyetini maymunca taklit etme modası çıktı. Böyle bir şey İslâm’ın ruhuna, medeniyetine, kültürüne, Müslüman kimliğine elbette uygun değildir.
Bundan yüz sene önce Avrupalılar, Amerikalılar başlarında lokomotif bacasına benzeyen silindir şapkalarla, melon şapkalarla, fötr şapkalarla dolaşıyorlardı. Şu altı milyarlık insanlık âleminde şapka giyen kaç kişi kaldı?
Bizdeki şapka kanununa uyan kaç vatandaş bulabilirsiniz? Müslümanlar geri kaldılar, kendi medeniyetlerine sahip çıkamadılar, taklitçilik aldı yürüdü.
(çeşitlilik olsa bile)
Peygamber
(topluma)
buyurmuştur. Elbette bâtın, iç, ruh önemlidir ama dışa ait de birtakım ölçüler, kıstaslar, kurallar bulunmaktadır.
Müslüman gayr-ı müslimleri taklit etmez. Peygamberimiz,
diye buyurarak ahir zamandaki taklitçiliği mucizevî bir şekilde haber vermiştir.
Bir İslâm şahsiyetçiliği vardır. Müslüman buna aykırı iş yapmaz.
Kılık kıyafetin insan yapısına, insan boyutlarına, bilgeliğe, estetik prensiplerine uygun olması gerekir.
Yirmi yıl kadar önce merhum hattat, müzehhip, ressam, tuğrakeş
‘in Üsküdar, Harem-Çiçekçi taraflarındaki evine gitmiştim. Kızı ve damadı orada oturuyordu. Salonda üstadın yaptığı büyük boy yağlıboya bir tablo vardı. Millî-İslâmî kıyafetli çok fakir bir kimseyi, hatta belki de bir dilenciyi tasvir etmişti. Anlatayım: başında sarık, sakallı, yüzünde hüzünlü bir ifade, eski zaman giysileri… İnanır mısınız bu fakir veya dilencide bugünün düttürü Leyla kıyafetli, matruş (cascavlak tıraşlı) kodamanlarında olmayan bir asalet, necabet fışkırıyordu.
Buna benzer bir resmi Almanya’da bulunduğum yıllarda Hannover şehrinde cumartesi günleri Leine nehri kenarında kurulan bitpazarından almıştım.
Evet, sarıklı, sakallı, yırtık pırtık da olsa kaftanlı bir dilenci; fraklı, smokinli, ceket ataylı, silindir şapkalı bir Batılıdan çok daha estetik bir kıyafetlidir.
Zaten O’nun parayla işi yoktu. Kendisinin ve ailesinin geçimi için biraz arpa, biraz hurma, süt veren birkaç koyun, birkaç deve… İçi hurma lifiyle doldurulmuş, dışı tabaklanmış deriyle kaplı birkaç yatak, birkaç yastık, yarısı yere serilen yarısı yorgan vazifesini gören çulumsu bir iki örtü… Topraktan, bakırdan, tunçtan birkaç kap kaçak, deriden bir bardak ve birkaç kırık dökük eşya.
Efendimiz parayı sevmezler, para biriktirmezlerdi. Hediye kabul ederler, sadaka yemezlerdi. Hediyelere hediyeyle karşılık verirlerdi. Eline imkân geçse de, zengin hayatı sürmezlerdi. İslâm dünyasında her asırda Peygamberin sünnetine uymuş, Yüce İslâm dinini dünyaya, paraya, geçime, zenginliğe âlet etmemiş zâhir ve bâtın büyükleri olmuştur. Binaenaleyh dine hizmet eden, gerçekten hocalık yapan herkesi, din yoluyla zengin olan birtakım adamlar olarak görmek son derece yanlıştır.
Yirminci asırda Türkiye coğrafyasından Resul-i Kibriya Efendimizi temsil eden büyükler içinde yer alan
asla taklitçi olmamışlar, bir yığın çileye göğüs gererek
Hatta bir keresinde tutuklu olarak bir mahkemeye çıkarıldığında ceza mahkemesi başkanı üstada hitaben:
deyince ona şu cevabı vermiştir:
Türkiye Müslümanları yakın tarihin fırtına ve kasırgaları içinde bugünkü duruma düşmüşlerdir. Ülkemizin şehirlerine, kasabalarına, köylerine, sokaklarına, caddelerine, meydanlarına bakınız. Ya Rabbi! Ne acayip kıyafetler…
Bir Müslüman acayip bir kot pantolon, üzeri yazılı ve resimli saçma sapan çirkin bir t-shirt, abuk sabuk elbiseler de giyse kalbinde iman varsa elbette mümindir. Lakin bu saydığım kıyafetler Müslümana yakışmaz. On sekizinci asırda İstanbul’a gelmiş Avrupalı diplomatlardan, ediplerden, gezginlerden bazısı Osmanlı kıyafetleri giyerek yağlı boya tablolarını yaptırmışlardır. Bunlardan kaç tanesini kitaplarda, kataloglarda görmüşümdür. Niçin? Çünkü İslâm-Osmanlı kıyafeti Avrupa kıyafetinden çok daha üstün ve estetiktir.
On sekizinci asrın sonlarında Fransa’ya gönderilen
kıyafetiyle bütün Paris’i büyülemiştir.
Köprülerin altından çok sular aktı. Kendimize, medeniyetimize, kültürümüze, kimliğimize dönelim derken herhalde, eski Yeniçeri veya Bostancı kıyafetlerine bürünelim demiyorum. Ama şu bir milyarlık Hindistan kadar haysiyet sahibi olmalıyız. Orada orta halliler ve yüksek tabaka hâlâ
giyiyor.
Japonlar, Batı kıyafetlerini kabul ettiler ama kimonolarını da bırakmadılar. İsimle müsemma (o ismi taşıyan) arasında esrarlı bağlar vardır. Kıyafetler de öyledir. Sesi ve musikî bilgisi ne kadar mükemmel olsa da mini etekli, japone kollu, açık saçık, dekolte bir muganniye, Dede Efendi’nin bestesinin hakkını veremez.
Sadullah Ağa’nın ağır bir şarkısını zibidi kıyafetli hanendeler nasıl icra edecekler?
Şortlu veya mini etekli bir Ofelya düşünebilir miyiz?
Zarfların mazrufa (zarfın içindekine) uygun olması gerekir. Bazen camilerde çok üzülerek, taa yürekten yaralanarak çok kötü sarılmış sarıklar, bakkal önlüğüne benzeyen cübbeler görüyorum. Onlar gerçek sarığı, gerçek cübbeyi temsil etmezler. 1970’lerin başında büyük İslâm âlimlerinden
Almanya’nın Hannover şehrine gelmişti. Sarığı sarık, cübbesi cübbe, sakalı sakaldı. İstanbul’un binlerce camii içinde usulüne uygun sarılmış düzgün ve güzel bir sarığı, yine usulüne uygun olarak dikilmiş estetik bir cübbesi olan beş imam çıkmaz. Uygulamada birtakım ölçülerimizi ve değerlerimizi yitirdik diye sarığa ve cübbeye dil uzatmamak gerekir.
18 Mart 2007