İsrail varlığını, geleceğini, güvenliğini ancak ve ancak âdil bir barış ile garanti altına alabilir. Böyle bir barış mümkün müdür? Değildir. Çünkü, Filistin, Filistinlilere aittir ve İsrail 1948’de orada, ülkenin hakikî sahiplerinin haklarını çiğneyerek kurulmuştur.

O halde bu mesele nasıl halledilecektir? Maalesef savaşla. İsrail bunu iyi bildiği için savaş çıkartıyor, savaşı sürdürüyor. Onu, sadece savaş ayakta tutabilir.

Ne zamana kadar?

“Vakt-i merhununa kadar…”

Şu anda Büyük Ortadoğu Savaşı başlamıştır. Bu sene mi olur, 2007’ye mi sarkar, bilemem ama savaş bütün Ortadoğu ülkelerine sıçrayacaktır.

ABD ve İsrail Türkiye ile diğer büyük bir Ortadoğu ülkesini savaştırmak için çalışmakta, bin
türlü hile, desise, tuzak hazırlamaktadır. Böyle bir savaş çıktığı takdirde milyonlarca Müslüman ölecek, iki taraf yüz milyarlarca dolar zarara uğrayacak, iki ülke de harap olacaktır. Müslümanlar ağlarken, Siyonistler ve Evangelist Haçlılar bayram yapıp bilmem nerelerine kına yakacaktır.

Böyle bir savaşta fakir fukara çocukları ateşe, ön cepheye sürülecek, imtiyazlı birinci sınıf vatandaş çocukları geri hizmetlerde bırakılacaktır.

Peki, facianın son perdesi nasıl olacaktır? Gün gelecek İsrail çok sıkışacak ve nükleer silahlar kullanacaktır. Dünya bir anda cehenneme dönecektir. On milyonlarca insan perişan olacaktır. Açlık, susuzluk, meskensizlik, bir tarafta aşırı sıcaklar, öbür tarafta korkunç soğuklar (doğalgaz kesilecektir), tahrip edilmiş, kapanmış yollara dökülmüş milyonlarca halk, felaket üstüne felaket.

ABD ve İsrail, zulümleri, adaletsizlikleri, gaddarlıkları yüzünden çökecektir. Onlara bel bağlayan Kürtçüler büyük zarara uğrayacaktır.

İsrail’in işinin şu anda bile çok zor olduğu kolayca anlaşılıyor. Hizbullah’la bile başa çıkamıyor. Kıyamet’e yakın patlayacağı çok önce haber verilmiş olan savaşlar zinciri başlamıştır.

Ziyaret Edepleri

Üzerinden on sene geçti… Bir kış gecesi saat sekiz miydi, dokuz muydu iyi hatırlamıyorum, kapı çaldı. Açmadan “kim o?” dedim. Dışarıdan tanımadığım bir isim verildi. Ne istiyorsunuz? Ziyarete geldim… Ne konuşacaksınız? “Bir konu yok, sohbet ve yarenlik için…” Durumumun müsait olmadığını söyledim, özür beyan ettim…

Zamanımızda telefon yaygınlaştı, ziyaretler için önceden mutlaka randevu alınmalıdır. Hele geceleri yatsıdan sonra habersiz ziyaret hiç olmaz.

Vaktiyle bir grup telefon etmiş, “Yarın ziyaretinize gelmek istiyoruz” demişlerdi. “Saat kaçta gelmeyi düşünüyorsunuz?” “Öğlen 12.00’de…” Bu da olmaz. Yemek vaktidir, ev sahibinin yemek ikram etmeye durumu müsait olmayabilir.

Randevu alındıysa erken gelmek yanlıştır. Geç gelmek çok ayıptır, büyük saygısızlıktır. Görüşme ve ziyaret için bir vakit tâyin edilmişse, o dolduğunda kalkıp gitmek gerekir. Yaşça veya mânevî derece itibarıyla bir büyüğe gidilmişse, ziyaretçiler çok az konuşurlar, genellikle dinlerler.

“Bana bir soru sor, senin ne mal olduğunu söyleyeyim…” Soruları, bir kimsenin aynasıdır. Dam üstünde saksağan, vur beline kazmayı… Böyle konuşan, böyle soran bir kimsede hayır yoktur, akıl yoktur, edeb ve terbiye yoktur.

Fikir ve görüş ayrılıkları, farklılıkları yüzünden tartışma yapmak çıkarmak doğru değildir. Sohbetlerde gıybet yapılmamalıdır. Fâsık-ı mütecâhirlerin gıybeti yapılabilir, yani onlar tenkit edilebilir.

Büyük bir kimse bir şey ikram ederse, o kapıdan içeriye girince ziyaretçilerden küçük olan biri kalkar elinden tepsiyi alır dağıtımını yapar. Ev sahibinde yorgunluk ve sıkılma alametleri görülürse izin istenir, kalkılır.

Defalarca yazdım, ziyaretçinin cep telefonunu mutlaka kapatması gerekir. Ziyaret esnasında telefonla konuşmak çok ayıptır. Hastahanede hastası olmak gibi olağanüstü bir durum varsa, ev sahibinden izin alarak açık bırakabilir.

TarikatÇILIK, HizipÇİLİK

1966 ile 1971 yılları arasında günlük BUGÜN gazetesini çıkarttım. 12 Mart 1971 darbesinden sonra Şalcı Nihat Erim iktidarı tarafından kapatıldı.

O tarihlerde Türkiye’de Risâle-i Nur talebelerine zulm ediliyor, onların en tabiî hakları ayaklar altına alınıyordu. Gün geçmezdi ki, ajanslardan şöyle haberler gelmesin: “Filân yerde beş Nurcu âyin yaparken yakalandı.” Gazeteler bu haberleri aynen verirlerdi. Bendeniz gazeteme basarken Nurcu kelimesini “müslüman” kelimesi ile değiştirirdim. “Filân yerde beş Müslüman yakalandı.”

Nurcu olsun, Nakşî olsun, Kadirî veya Rufaî olsun hepsi Müslümandır. Eskiden din düşmanları “Biz Müslümanlara bir şey demiyoruz, bizim işimiz ve zorumuz Nurcularladır” demek istiyorlardı. Şu lâfa bakın siz, sanki Nurcu Müslüman değilmiş gibi…

Bazen sokakta veya bir yerde biriyle karşılaşırım, ayaküstü konuşuruz, kendisini şöyle tanıtır, “Filân yerin filân cemaatinden…” Be mübarek, “Müslümanım” desene.

İslâmiyette elbette mezhepler, meşrebler, tarikatlar vardır ama bizim asıl islâmî kimliğimiz bunlar değildir. Biz hepimiz Müslümanız ve Muhammed Ümmetindeniz. Bazılarında tarikatçilik, hizipçilik o dereceye vardı ki, cemaat kimliğini din kimliğinin üstünde görür hale geldi. Böyle olmaz. Tarikata, cemaate evet, fakat tarikatçılığa, cemaatçiliğe hayır. 25 Temmuz 2006