Her madalyonun iki yüzü vardır, pozitif yüzü, negatif yüzü. İşlerin genellikle iki vechesi bulunur:

Maslahat (iyilikler) tarafı, mefsedet (kötülük) tarafı.

İstanbul şehrinin de iki yüzü vardır. Olumlu, iyi tarafıyla İstanbul nedir?

– İstanbul medeniyet demektir.

– İstanbul ilim, irfan, kültür, sanat, edebiyat demektir.

– İstanbul mimarlık sanatının en güzel örneklerini sergileyen sehirdir.

– İstanbul hukuk demektir. Bu şehirde Doğu Roma-Bizans zamanında Justinianus Digest’leri yazılmıştır; Osmanlı devleti zamanında da, hukuk ve adaletin en yüksek şahikası olan Mecelle-i Ahkâm-ı Adliyye kitabı ortaya konulmuştur.

– İstanbul zarafet, edeb, görgü, terbiye demektir.

– Hakikî İstanbul insanı son derece ince, medenî, kibar bir insandır.

– İstanbul edebiyat, şiir, estetik merkezidir.

– İstanbul lisanı zengin bir medeniyet lisanıdır.

– İstanbullular iyi insan, iyi vatandaş, iyi komşudur.

– İstanbul’da hayvanlara, bitkilere iyilik edilir, onlar ezilmez.

– İstanbul insanı ölmüş atalarını, büyüklerini unutmaz, onları hayır dua ile anar, büyüklerin kabirlerini ve türbelerini ziyaret eder.

– Hakikî İstanbullu zevzeklikten, farfaracılıktan, ânî öfkelerden, aşırılıklardan, azgınlıklardan, parlamalardan uzak durur.

– İstanbullu sabırlıdır, affetmesini bilir, hoşgörür, kötülüğe karşı iyilik yapar.

– İstanbullu, fakirleri düşünerek gösterişten, lüksten, israftan, aşırı tüketimden kaçınır, orta halli bir hayat sürer.

-İstanbullu misarfirperverdir, ikramı sever.

İstanbullu, evinde, her zaman pişirilmeyen nâdir bir yemek ve tatlı yapıldığı zaman komşusuna da bir miktar hediye eder.

– İstanbullu hasta komşularını ziyaret eder, onlara moral verir.

– İstanbullu açıkta günah işlemez, çirkin şeylerden, azgınlıklardan kaçınır. Şayet nefsine mağlup olup günah işleyecekse bunu gizli yapar.

– İstanbullu servetiyle, makam ve mevkiiyle, dünyevî üstünlükleriyle, kendisinin altında olanları ezmez, onlara caka satmaz, tafrafüruşluk yapmaz.

– Hakikî İstanbullu sokakta, açık yerlerde, gelip geçenin görüp imrenebileceği mahallerde yemek yemez. Bunun mürüvvete aykırı olduğunu bilir. İstanbullu mürüvvet nedir bilir.

– İstanbullu, çok pahalı ve lüks olmayan bir kılık kıyafetle de çok zarif ve şık olmasını bilen kimsedir.

– İstanbullu, Allah’ın kendisine nasip ettiği dünya zenginlik ve mallarının bir kısmıyla fakirlere yardım eder.

– İstanbullu, sağ eliyle verdiğini sol elinin bilmediği kimsedir.

– İstanbullu büyüklere hürmet eder, küçüklere merhamet ve şefkatle muamelede bulunur.

– İstanbullu sofrada yemeklere aç kurt gibi saldırmaz, karnı çok aç ve iştahı fazla da olsa sakin sakin, ölçülü bir şekilde yemek yer.

– İstanbullu kalp kırmaz.

– İstanbullu bir hatâ yaparsa onu telâfiye çalışır. Hak sahiplerinden helâllik alır.

Hakikî, medenî İstanbullunun daha başka hasletleri vardır ama bu kadarını saymak yeter.

Gelelim madalyonun arka tarafına:

Maalesef İstanbul’da, medenî olmayan birtakım kimseler de vardır. Bunların bir kısmını sayayım:

-Akılları fikirleri, dinleri imanları paradır.

– Helâl haram ayırımı yapmazlar.

– Üstlerindeki ince medeniyet badanasını kazıyınca altından vahşilik ve bedevilik rengi çıkar.

-Gösterişi çok severler. Lüks elbiselerin ve ayakkabıların, lüks meskenlerin, lüks lokantalarda yemek yemenin, lüks otomobillerde gezip tozmanın kendilerine bir değer kazandıracağını sanırlar.

– Onları yemek yemelerinden tanıyabilirsiniz.

– Kendileriyle ülfet ve ünsiyet edilmez.

– Sohbet esnasında edebiyattan, tarihten, sanattan, kültürden, kitaptan, felsefeden, tasavvuftan, tefekkürden bahs etmezler. Bol bol dedikodu ve zevzeklik yaparlar.

– Yüze gülerler, arkadan akrep gibi sokarlar. Onların lügatinde “Canım efendim!…” “Canın çıksın emi!..” demektir.

– Evlerinde sanat, kitap, kültür yoktur.

– Ho ho ho… He he he… Aha maha oha… gibi kaba sesler çıkartırlar.

– Birinden küçük bir iyilik görürler, onu “Çok iyi” ilan ederler; birinden küçük bir kötülük görürler, onu da “Çok kötü” ilan ederler. Orta yerde duramazlar; ya ifrat, ya tefrit üzeredirler.

Bazıları şehir olarak İstanbul’u kurtarmaktan, islah etmekten bahs ediyor. İstanbul’un kurtulması, islah olması; bu şehrin gerçek ve medenî İstanbulluların hakimiyet ve idaresi altına girmesiyle mümkün olur.

Şehir yollardan, binalardan, parklardan ibaret değildir. Şehir öncelikle insanlarıyla şehir olur. Maalesef İstanbul son yıllarda dünyanın en büyük köyü, hattâ dilim varmıyor ama söyleyeyim, dünyanın en büyük mezraası haline gelmiştir.

Nüfusu bir milyon civarındayken 1929’da İstanbul’da günlük olarak beş adet Fransızca gazete çıkıyormuş. Bundan yetmiş seksen yıl önce İstanbulluların orta ve yüksek tabakası edebî-yazılı Türkçe bilirlerdi. İstanbul’da yeterli sayıda, Fuzulî divanı’nı ve emsali edebî klasiklerimizi okuyup anlayacak kimse vardı.

Eskiden İstanbul’da en fazla kullanılan kelimeler:

Efendim… Buyurunuz… İstirham ederim… Rica ederim… Lütfen… Teşekkür ederim… Müsaadenizle… Affınızla… Arz-ı ihtiram eylerim… Estağfirullah… gibi kelimelerdi.

Eskilerden duymuşum:

Bundan yüz sene önceleri Beylerbeyi iskelesinde Şirket-i Hayriye vapurlarının kaptanları, yolcuların binmesi geciktiği için düdük çalarlarmış. Çünkü çok nazik, çok ince Beylerbeyililer iskele kapısında birbirlerine

“Beyfendi önce siz buyrunuz… Rica ederim efendim, siz buyurunuz…”

gibi sözler ederek vapura girişi geciktirirlermiş…

Beyoğlu, Galata gibi yerler dışında İstanbul mahallelerinde ahlâksızlık, kanunsuzluk, ırz düşmanlığı, fısk fücur, azgınlık ya hiç olmazmış, yahut çok az olurmuş. Bir mahalledeki dul bir kadının kötü bir hali görülür veya duyulursa mahalleli, başlarında imam efendi olduğu halde karının evine “Baskın” yaparlar ve ahlâksızlığa fırsat vermezlermiş.

Hakikî bir İstanbullu ve Osmanlı olan, eski nâzırlardan (Osmanlı devleti zamanındaki bakanlardan) tarih hocamız Raşid Erer bey, 1947’de bir gün ortaokul ikinci sınıfta ders verirken, aniden kızmış ve paltosunu, şapkasını, şemsiyesini alarak sınıfı terk etmeye hazırlanmıştı. Biz çocuklar

“Hocam niçin gidiyorsunuz, ne oldu?..”

diye bağırışmaya başlamıştık.

Kapıyı açıp çıkmadan önce bize şöyle demişti:

– Ben buraya Galatasaray efendilerine ders vermek üzere geliyorum. Benim tulumbacılarla işim yoktur!..

Meğerse arka sıradaki taşralı bir arkadaşımız sesi duyulacak şekilde parmaklarını çıtlatmış imiş…

Evet İstanbul başka bir medeniyet, başka bir kültür, başka bir âlemdi. Biz bugün eski İstanbul’u hayal bile edemeyiz.

Peki, biri sorsa:

– Peki sen İstanbullu olabildin mi?

– Olamadım derim. Olamadım ama hiç olmazsa olamadığımı biliyorum.

11 Haziran 2004