İstanbul Trafiği Nasıl Düzelir?
Milli Gazete-Köşe Yazıları
- 09 Ocak 2019
Cumartesi
Son haftalarda İstanbul’un trafiği son derece kötüleşti. Eskiden cuma günleri öğleden sonra sıkışıklık olurdu, şimdi her gün. Eskiden sabahları ve akşamları sıkışıklık olurdu, şimdi her saatte…
Seller gibi akan otomobillere bakıyorum. Çoğunun içinde tek kişi var. Otomobil yakıtının en pahalı olduğu ülkeyiz. Halkımız yine de israftan, bir otomobilde tek kişi seyahat etmek lüksünden vazgeçmiyor.
Peki bu trafik problemi nasıl çözülecektir?
Alınan tedbirlerin yeterli olacağını hiç sanmıyorum.
Birkaç yıldan beri iktisadî sıkıntı var, işsizlik var, kazançlar az. Farz edelim bir genişlik oldu, gelirler arttı, işsizler iş buldu. Milyonlarca vatandaş ne yapacak?
– Hemen eski cep telefonunu atacak ve yerine en pahalısından lüks bir cep telefonu alacak.
– Yine hemen, eski otomobiller satılacak, lüks bir araba alınacak. Eskileri, hiç otomobili olmayanlar satın alacak.
Yine farz edelim, İstanbul trafiğine bir yıl içinde bir milyon yeni otomobil daha girdi.
İşte trafik derdinin çözümü böyle başlayacak.
Sokaklar, yollar, kavşaklar, köprüler, meydanlar akıl almaz bir otomobil seli ile dolacak. 300 bin dolarlık lüks ve ihtişamlı jeeplerin yanında üç milyar liralık üçüncü el ucuz arabalar… Köprü kuyrukları on, yirmi, otuz kilometre uzayacak.
Bir yerden bir yere gitmek dört beş saati bulacak.
Nihayet birkaç hafta sonra toplumsal bir çıldırma başlayacak. Sinirden, stresten kazalar, çarpışmalar artacak. Günde yüzlerce hattâ binlerce trafik kavgası yaşanacak, yaralamalar, vurmalar olacak.
“Lüks arabamla insan gibi gezip tozamıyorum. Paramla rezil oldum, bana yaşamak haramdır artık…” diyen bir otomobil-sever köprünün ortasındaki tıkanıklıktan dolayı aklını kaçırarak kendini Boğaz’ın derin ve serin sularına atacak, trafik şehidi olacak.
Yine tıkanıklıktan deli olan yığınlar Şarbaylık binasına gidip camları kıracaklar, etrafı kırıp geçirecekler. Birinin elinde bir levha: “Trafik tıkanıklığı bir insan hakları ihlâlidir!”
Başka çılgın bir grup Kentbaylık binasına gidecekler, Kentbay’la görüşmek istiyecekler. Kentbay aşağıya inemeyecek, balkondan “Aziz ve Sevgili İstanbullular!.. Hepinizi kucaklıyorum, sevgi ile bağrıma basıyorum.Bu mesele hallolacaktır…” Ahali bu nutukları dinlemeyecek, pencerelere taşlar, yumurtalar, domatesler atılacak; bu hengâme içinde insanlar ezilecek, yaralılar trafik sıkışıklığı yüzünden hastahaneye taşınamayacak. Bir şehit daha verilecektir.
Yollarda, caddelerde bekleyen, manda hızıyla ilerleyen milyonlarca vasıtanın egzoslarından çıkan zehirli gazlar bütün kenti kirletecek, bir kısım insanlar gaz maskeleriyle dolaşacaklar, dünya medyası bunu ülkemizin sanayileşmesinin bir göstergesi olarak yayınlayacak.
Birkaç sene önce işe yetişmek için evinden sabah yedide yola çıkanlar artık dörtte çıkmak zorunda kalacaktır.
Herif akşam altıda işten çıkmış, gece onda eve varmış…
Velhasıl İstanbul bir trafik histerisi yaşayacaktır.
Bu işten en fazla otopark mafyası yararlanacaktır. Tafsilâta lüzum yok.
Avrupa Birliği, üç ay içinde İstanbul’un trafik derdini halletmezseniz üyelik başvurunuz iptal edilecektir şeklinde bir ültimatom verecek.
Bir kısım üniversite profesörleri trafik sıkıntısı ile 1915 Ermeni tehciri hakkında bilimsel araştırmalar yapıp ortalığı velveleye verecek.
Evet, İstanbul trafiğine girecek bir milyon yeni vasıta meseleyi büsbütün çözümsüz bir hale getirecek, en sonunda bu kördüğümü bir kahraman çıkıp kılıcıyla kesecektir.
Ah elimden gelse, şu şehre en kısa zamanda bir milyon yeni araba sokarım.
Diyanet’i Tebrik
Diyanet İşleri Başkanlığı Ramazan’ın yaklaşması münasebetiyle teşkilata ve müftülüklere bir tamim gönderdi, bazı hususlara dikkat edilmesini istedi.
Bunlardan biri, cami hoparlörlerinin sonuna kadar açılmaması, insan kulağını rahatsız etmeyecek bir ses seviyesinde tutulmasıdır. Çok doğru, çok isabetli bir karardır bu. Dünyanın en güzel sesli bir müezzini, ezanı en güzel şekilde okusa, fakat hoparlör gerekenden fazla açılmış olsa, o ses bozulur, Ezanın güzelliği kayb olur. Maalesef bazı cami görevlileri bu hususa dikkat etmiyor. “Benim dinim yüksektir, öyleyse hoparlörün de sesi yüksek olmalıdır…” Bu ne ilkelce bir düşüncedir. Pavarotti’nin bir konserinde ses düzeni haddinden fazla olsa ne olur? Pavarotti rezil olur, dinleyenler sağır ve sersem olur.
Diyanet İşleri Başkanlığı, iftar ziyafetlerinin lüks olmamasını da tavsiye etmiş. Bu da çok güzel bir öğüttür. Son yedi sekiz sene içinde birtakım dinî cemaatler, dernekler, gruplar beş yıldızlı lüks otellerde iftar ziyafetleri verme yarışına girmişlerdi. Bir tarafta milyonlarca aç, sefil, fakir vatandaş; öbür tarafta lüks otellerin şatafatlı restoranlarında Hint racaları gibi tıkınan tuzu kuru Müslümanlar. Ne büyük vicdansızlık, ne büyük sorumsuzluk.
Ramazan’dan ve oruçtan nasibini almak isteyenler, bu kutsal ayda haddinden fazla yiyip içip semirmemelidir. Bayramdan sonra “Mübarek ay bana çok yaradı, beş kilo almışım…” diye öğünenler görülmektedir. Böyleleri öğünüp böbürleneceklerine utanıp ağlasalar dahi iyi ederler.
Kilosu normal olanlara bir şey demiyorum. Sözüm, kilosu boyunun son iki rakamından fazla olanlaradır. Ramazanı fırsat bilelim ve fazla kilolarımızı eritelim. Oruç elbette kilo vermek maksadıyla tutulmaz. Oruç bir ibadettir. Fayda ve hikmetlerinden biri de sağlığı korumaktır.
Her yıl teravih namazlarının cemaati azalıyor. Diyanet bunun sebeplerini araştırmalıdır. Elbette birçok sebebi vardır bu gevşekliğin. Bence bu sebeplerin başında cami hizmetlerinin yetersiz oluşu geliyor.
Yatsı ezanı okunmuş, beş dakika geçmiş, vaiz efendi hâlâ konuşuyor… Ben böyle cemaatlere katılmıyorum.
Jet imamların kıldırdıkları namazın sıhhatinden şüphe edilir; teravihi gerekenden fazla uzatmak da doğru değildir. Bazı yerlerde hatimle kıldırılabilir, arzu edenler oralara giderler, geri kalan cemaat sıkıntıya ve bıkkınlığa düşürülmeden teravihi kılabilmelidir. Sesi olmayan, musiki bilgisi olmayan bir takım amatör müezzinlerin ellerine mikrofonu alarak avaz avaz bağırmalarının mutlaka önüne geçilmelidir.
Londra’daki Yusuf İslâm Ramazan’da İstanbul’a gelse ve diyelim büyük camilerden birinde yatsı ve teravih müezzinliği yapsa ne olur? Halk akın akın oraya koşar, mâbette yer kalmaz, cemaat caddelere, sokaklara taşar.
Elli senedir Ezana gereken önemi vermedik; ülkenin en iyi sesli, müzik kulağı olan dindar gençlerini müezzin olarak yetiştirmedik. Sonunda bugünkü durumlara düştük. Elbette iyi ezan okuyan birkaç kişi var ama nicelerinin de nefretî makamından ezan okuduklarını unutmayalım.
Halkın namazdan, cemaatten, teravihten uzaklaşmasının birinci sorumlusu dindar kesimin üst tabakasıdır. Elli yıldır çürük ipliklere hayal ve kuruntu incik boncukları diziyorlar. Uzun yıllar boyunca bazıları “Biz Asr-ı Saadet’i geri getireceğiz…” şeklinde konuştular. Kendilerini zamanın kutbu ve gavsı sanan ve halka öyle gösteren nice din baronları Ümmet-i Muhammed’ten topladıkları muazzam paraları bildikleri gibi, keyfe mâ yeşâ harcadılar. Sonunda ne hallere düştük.
Başları örtülü kızlarımızı okullara ve üniversitelere gönderemiyoruz. Başbakan başı eşarplı eşiyle Çankaya köşküne çıkamıyor. Kendi öz yurdumuzda ikinci sınıf vatandaş statüsündeyiz.
Bu Ramazan’da İslâm için, kurtuluş için, kendimizi islah için çalışabilecek miyiz?
Ramazan yiyip içme, tıkınma, lüks iftar ziyafetleri ayı değildir. Ramazan Direklerarası eğlenceleri değildir. Geçen yıllarda nice Müslümanlar gördüm ki, iftardan üç saat sonra Ramazan çarşısına gitmişler ve çoluk çocukları ile yarım ekmek içinde kızarmış sucuk yiyorlar ayakta… Allah akıl versin, vicdan versin, mide versin! 02 Ekim 2005