İstanbul’da işportacılık yapan Çin’li kadının düşündürdükleri
Milli Gazete-Köşe Yazıları
- 09 Ocak 2019
Pazartesi
Perşembe günü öğleden sonra Harbiye’de bir dostumun işyerine gittim. Bahçekapı-Nişantaşı dolmuşuna bindim, Divan Oteli önünde indim, biraz yürüdüm. Hafif bir yağmur çiseliyordu. Zemin katındaki dükkanlar biraz içerlek olan bir binanın altında zayıf yapılı bir Çinli kadın yerdeki bir metrekarelik sergide ıvır zıvır Çin malları satıyordu. Sık sık gözlüklerimi kaybediyorum, bir gözlük alayım dedim. Cebe takılan kılıfı içinde, küçük ve zarif bir gözlüğü 5 YTL’ye aldım.
Kendi kendime düşündüm: Acaba bir Türk, Pekin’e gidip orada bu Çinli kadının yaptığı gibi bavul ticareti yapabilir mi? Çinliler, hem üretmesini, hem de satmasını biliyorlar. Ticaret konusunda onlarla hiçbir millet başa çıkamaz.
Uğursuz ve meymenetsiz bir zihniyet halkımızın büyük bir kısmını:
-Üretmeden tüketmeye,
-Tembelliğe,
-Lüpçülüğe,
-Asalaklığa… alıştırdı.
Biz Anadolu Türkleri üretime, ticarete yatkın değiliz. Afganistan Türkleri, Orta Asya Türkleri, Doğu Türkistan Türkleri ticaret bakımından bizden bin kere üstünler. 1967’de Cidde’de tanıştığım Şarkî Türkistanlı Nimetullah Bey 10’a yakın lisan biliyordu. Çince, Farsça, Arapça, İngilizce, Urduca, çeşitli Türk lehçeleri… Kapalı Çarşı’da Afganistan’dan yurdumuza göçmen olarak gelmiş, sonra vatandaş olmuş Türkmenler var. Onlar da ticaret konusunda çok becerikli, çok başarılı, çok dürüst insanlar.
Gençlerimizin ille de üniversitelerde okuyup yüksek tahsil yapmalarını istiyoruz. Almanlar bizim gibi düşünmüyorlar. Sekiz yıllık temel eğitimden sonra gençleri ikiye ayırıyorlar:
1- Yüksek tahsil yapmaya yakın olanları liselerde okutup üniversiteye yönlendiriyorlar.
2- Bu konuda istidatlı olmayanları, çıraklık eğitimi denilen bir sahada yetiştiriyorlar. Çıraklık deyince sakın hor görmeyiniz. Bu sahada yetişenler hayatlarını iyi bir şekilde kazanıyorlar. Hatta içlerinden bazıları ülke çapında sanayici, iş adamı oluyor.
Türkiye’yi mahveden, geri bırakan hususlardan biri de gençlerimizin resmî veya gayr-i resmî maaşlı memur olmak istemeleridir. Bizde şahsî teşebbüs ruhu öldürülmüştür. Belli bir aylık maaşı olacak, sigortası ve sosyal güvenliği olacak, işine gidip gelmek için servis olacak, öğle yemeği olacak, her çeşit hakkı ve hukuku olacak. Kafa yapımız böyle.
“Bu kadarcık asgarî ücretle yaşanmaz” diye bağırıp çağırıyoruz ama devlet 100 tane asgari ücretli eleman almaya kalksa en az 10 bin kişi müracaat ediyor, seçim sınavları büyük bir stadyumda yapılıyor. (Kazananlar işe alınmıyor, torpilliler işe alınıyor.)
* Okullarda gençlerimize şahsî teşebbüs (kişisel girişim) zihniyeti aşılanacak.
* Temel ilköğretimden sonra gençlik ikiye ayrılacak; pratik meslekî eğitime yatkın olanlar iş mekteplerine gönderilecek.
* Yüzde bir mi olur, binde bir mi, bilemem, gençlerimizin bir kısmı uluslararası ticarete yönlendirilecek. Bu konuda Çinli rehberlerden yararlanılacak. Meselâ: Kenya’ya bavul ticareti yapmaya giden bir Çinli’nin yanına istidatlı, azimli, kabiliyetli, sabırlı iki Türk çocuğu verilecek, onlar Çinli’den ders alacaklar, ibret alacaklar. Daha sonra bu işi kendi başlarına yapacaklar.
* Ülkemizde yüzde doksanı unutulmuş olan 260 millî el sanatı veya zenaati canlandırılacak.
* Dünyanın her ülkesinde Türk lokantaları, Türk kebapçıları, Türk tatlıcıları, Türk kafeleri açma kampanyasına girişilecek. Bunun için güçlü meslek okulları açılacak. (Bu okullar güçlü ve etkili olmazlarsa hiçbir işe yaramazlar, dört sene eğitim verirler, bir sürü beceriksiz işsiz yetiştirirler.)
* Dünyanın her yerinden sanat ve zenaat öğretmek üzere ustalar getirtmeliyiz. Meselâ: Doğu Türkistan’dan geleneksel kâğıt yapımında üstad olan bir kişi ile yardımcısını ülkemize dâvet etmeliyiz; bu sanat ve zenaati öğretmek üzere kurs açmalıyız. Derslere ve öğretime başlandıktan altı ay sonra ürünler satışa arz edilmeli ve birkaç sene içerisinde Türkiye’de bir
kuvveden fiile (teoriden uygulamaya) geçirilmelidir.
Çinlilerin çok güzel bir atasözü var: “Aç bir adama bir balık verirsen onu bir öğün doyurmuş olursun. Ona balık tutmayı öğretirsen hayatı boyunca geçimini sağlamış olursun.” Bu atasözünden ibret almamız lazımdır.
Ülkemiz, şu anda yetmiş iki milyonu bulmuş olan halkımızı doyurmaya, işsizlere iş bulmaya muktedir değildir. Halbuki bu ülke iyi idare edilse, yüksek tabakamız vazife ve misyonunu yerine getirse üretim on misli, hattâ yüz misli artabilir. Yerli halkın tamamı iş ve kazanç sahibi olur, dışarıdan milyonlarca yabancı işçi getirebiliriz; üretim, sanayi, tarım, hayvancılık, finans, ticaret konusunda Japonya ile yarışabiliriz.
Gelir dağılımı bakımından bugünkü halimize bakınız:
* Millî gelirin yüzde 50’sini üç bin şahıs, aile, kurum alıyor.
* Geri kalan yüzde 50’inin yarısını iki milyonluk mutlu bir azınlık devşiriyor.
* Yetmiş milyon halka sadece yüzde 25 gelir düşüyor.
Bu ne adaletsiz bir sistemdir. Provokasyon yapan ajanlar iki piçe Türk bayrağını yaktırıyor veya çiğnettiriyorlar, milyonlarca vatandaş hop oturuyor hop kalkıyor. Bayrağı yere atmakla veya yakmakla Türkiye’ye bir şey olmaz, lâkin yukarıda anlattığım adaletsiz gelir dağılımı bu memleketi ve devleti temellerinden sarsar.Asıl vatanseverlik tepkileri bu sahada gösterilmelidir.
Tekrar ediyorum:
* Mutlaka üretmeliyiz. Üretimci olmalıyız, üretmen olmalıyız.
* Üretmeden tüketmek bir toplum için intihardır. Kendimizi ve ülkemizi bu kötü gidişten ve durumdan çekip kurtarmalıyız.
* Ürettiklerimizi ülke dahilinde ve dış pazarlarda satmalıyız.
* Başka ülkelerin ürettiği malları alıp dünya çapında ticaret yapmalıyız. Meselâ, Bangladeş’te üretilen bir malı biz satın alıp Avrupa’da pazarlayabilmeliyiz.
Bu dediklerimin hayata geçirilebilmesi için ülkemizde millî kültür, millî değerler ve millî ahlâk temellerine dayalı bir burjuva sınıfı meydana getirilmelidir. Ben burjuva derken şu hasletlere, sıfatlara, özelliklere sahip iş adamları, sanayicileri, tâcirleri kast ediyorum.
(1) Son derece emin (güvenilir), doğru, dürüst, namuslu, şerefli, vicdanlı olacak. Asla kimseyi aldatmayacak, üç kağıtçılık yapmayacak, sahtekârlığa sapmayacak, sözü ve vaadi yazılı senet ve belge gibi geçerli olacak.
(2) Dindar ve ahlâklı olacak. En azından Cuma namazına gidecek, ülkesinin ve halkının dini olan İslâm’a son derece saygılı olacak.
(3) Temiz bir özel hayata sahip olacak. Ailesine düşkün olacak, kesinlikle açıktan günah işlemeyecek, uygunsuz işler yapmayacak. Cinsellik konusunda azgınlık yapanlar bu sınıfa dahil olamaz.
(4) Sanata, kültüre, kitaba önem ve değer verecek. Evinin salonu, iş yerindeki bürosu sanatlı ve estetik bir şekilde döşenmiş olacak, faydalı ve değerli kitapları alacak, her gün kitap okuyacak. Çok büyük bir iş adamıysa sanat ve kültür açısından ülkesine ve halkına hizmet edecek. (Müze açacak, sanat kursları açacak), ehliyetli ve liyakatli sanatkârları destekleyecek, teşvik edecek.
(5) Ne kadar zengin olursa olsun ölçülü bir hayat sürecek. “Param var, canımın istediği her şeyi yaparım…” gibi aptalca düşünceleri olmayacak. Kazancının bir kısmıyla sosyal hizmetler, hayır ve hasenat yapacak.
(6) Müessesesindeki memurlar ve işçiler ne yiyorlarsa o da onlarla beraber yiyecek.
(7) Çevre edinmek, nüfuz ve güç kazanmak için masonluk ve benzeri gizli teşekküllere girmeyecek.
(8) Sermayesinin ve servetinin mutlak sahibi olmadığını, bunların kendisine verilmiş emanetler olduğunu bilecek ve ona göre çalışacak.
(9) Asla haram kazanç elde etmeyecek ve haram yemeyecek. İhalelere fesat karıştıran bir takım şaibeli müteahhitler var. Onlar bu memleketin yüz karalarıdır. Benim anlattığım ahlâklı, faziletli, vatansever, örnek, üstün sanayiciler, iş adamları böyle alçaklıklara, rezilliklere, hâinliklere, hırsızlıklara tenezzül etmezler.
Cumhuriyetin ilk yıllarında Ankara’da (yerini de söyleyeyim: Tren istasyonu binasında) ünlü bir şahsiyet Kâzım Karabekir Paşa’ya şöyle demişti: “Paşa, bu memleket namuskârlıkla, iktisadî, ticarî ve malî bakımdan ilerlemez. Zenginleşmek için her şey yapılmalıdır.” Aradan 80 küsur yıl geçti ve bu metodun Türkiye’yi ilerletmediği, aksine bugünkü kokuşmaya, çözülmeye, dağılmaya ve büyük krize yol açtığı anlaşıldı.
Yakın tarihte Güney Kore IMF’ye olan 41 milyar dolarlık borcunu vâdesinden önce ödedi. Brezilya aynı şekilde IMF’ye olan borcunu yine vâdesinden önce ödedi. Şimdi Arjantin aynı işi yapmak için olanca gayretini gösteriyor. Bizim ülkemiz, devletimiz, halkımız ise gırtlağına kadar borca batmıştır. Bunun ana parasını ödemekten vazgeçtim, fâizini ödeyemiyoruz.
Kısa zamanda doların milyarıyla kara servetler edinilen bir ülkede yaşıyoruz. Herif yola çıktığında beş kuruşu yoktu, aradan on beş-yirmi sene geçiyor, dünya çapında zengin olmuş. Nasıl zengin olmuş? Orasını fazla kurcalama. Devlet yerinde dursun, cumhuriyet yerinde dursun ama bozuk ve işe yaramaz batırıcı sistemler, ideolojiler, zihniyetler yerlerinde durmasınlar değiştirilsinler. Yaza yaza, döne dolaşa çizmeden yukarıya çıkmaya başladım. Konuyu burada kesiyorum. 20 Aralık 2005