Çarşamba

 

Londra da İstanbul gibi büyük bir şehir. Şu anda İstanbul’un nüfusu Londra’yı aşmış vaziyette, yüzölçümü de ondan çok daha fazla, ancak Londra tam manasıyla düzenli bir şehir. İstanbul ise kısa zamanda aldığı büyük kırsal kesim nüfusu ile dünyanın en büyük köyü yahut mezraası haline gelmiş.

Yakın zamanlara kadar Londra’da trafik sıkıntısı varmış, şehrin idarecileri bu konuda çareler çözümler aramışlar, bulmuşlar ve trafik sıkıntısını yüzde 37 azaltmaya muvaffak olmuşlar.

Neler yaptıklarını tam bilmiyorum. Konuyu iyi bilen birisi anlatmıştı, hatırımda iki şey kalmış:

* Birincisi: Şehir çapında yaygın bisiklet kursları açmışlar, halkı 7’den 70’e bisikletle dolaşmaya ikna etmişler, gereken trafik kurallarını öğretmişler ve başarılı olan herkese bir bisiklet hediye etmişler. Şu hususu da ilave etmeliyim ki, medenî ülkelerde bisiklet trafiği için yaya kaldırımlarının yanında özel yollar vardır. Bisikletliler, motorlu araçların arasında yol almazlar.

* İkincisi: Tek kişi olarak özel otomobil kullananlardan yüksek vergi alıyorlarmış. Bu vergiyi ödememek için Londralılar otomobillerinde çok kişi ile trafiğe çıkıyorlarmış. Çok kişili vergi ödediği halde, tek kişi olarak otomobil kullananlar tesbit edilirse, kendilerine dünyayı zindan edecek cezalar alınıyormuş. Bilen birisi anlattı, Singapur’da da durum böyleymiş.

İstanbul inişli çıkışlı, dereli tepeli, engebeli bir şehir olduğu için burada bisiklet çözümü pek faydalı olmaz. Bizim ikinci madde üzerinde, yani özel otomobilleri tek kişi kullanmamak çare ve çözümü üzerinde durmamız ve gerekeni yapmamız icap ediyor.

Şehirde sık sık otomobil yolculuğu yapıyorum. Ana caddelerden, çevre yollarından, meydanlardan, bulvarlardan seller gibi araba akıyor. Maalesef bunların yüzde 90’ının içinde sadece sürücü bulunmaktadır. Ya Rabbi, bu ne korkunç israftır. Hem yollar tıkanıyor, hem bir kişi için aşırı masraf yapılıyor, hem de vakit israf ediliyor.

Bizde otomobil bir ihtiyaç, bir binit, bir nakil vasıtası olarak algılanmıyor; bir statü, bir değer, insana şeref ve prestij kazandıran bir nesne olarak görülüyor. Ne kadar ilkel, ne kadar bedevîce bir düşünce. Otomobili bir statü olarak algılayanlara akıllı insan demek mümkün değildir.

Adam, haram helâl dememiş, büyük bir servet elde etmiş, Karun kadar zengin olmuş; parasıyla ilim, irfan, kültür, ahlak, fazilet, şeref, haysiyet, namus, hamiyet, vatanseverlik, bilgelik satın alamıyor: Gitmiş ihtiyacı olmadığı halde 100 bin hatta 150 bin dolarlık dehşetli bir araba almış, onunla gururlanıyor, onunla caka satıyor, ona sahip olmakla değerli bir insan olduğunu sanıyor, ne kadar boş bir kuruntu… Birtakım ahmaklar da onu alkışlıyorlar, “Bravo, ne kadar pahalı ve lüks bir arabaya biniyor…” diyorlar, onun gibi olmak için yanıp tutuşuyorlar.

Bu ülkeyi, bu şehri idare edenlerin halkımıza otomobilin insana bir değer kazandırmayacağını iyice anlatmaları gerekmez mi? Otomobil, gerekiyorsa elbette bir ihtiyaçtır, ancak lüks ve pahalı bir otomobil, sahibine hiçbir değer kazandırmaz.

Pahalı bir otomobil ne zaman sahibine değer, prestij, itibar kazandırır? Çok nâdir ve çok istisnaî hallerde antika veya klasik bir otomobil, sahibine kültür ve sanat bakımından iyi not verdirtir. Böyle vakalar binde bir bile değildir. On binde, yüz binde birdir. Herif veya kadın muazzam miktarda para ödemiş, tank gibi lüks bir cip almış, lüks ama beş paralık sanat yok, tasarımı berbat, şekli şemâili korkunç bir araba. Böylesi aferin almaz.

Medenî bir toplum olsak, işe gelirken ve işten dönerken tren, tramvay, metro, otobüs, banliyö vapuru gibi toplu taşıma araçlarını kullanırız. Yazık ki, şehrimiz bu konuda çağdaş medeniyetin çok gerisinde kalmıştır. Geçtiğimiz Ramazan’da bir akşam Çengelköy’e iftara davet edilmiştim; bana bir otomobil gönderdiler, yollar o kadar tıkalıydı ki, iftar ziyafetine yatsı ezanı okunduktan sonra yetişebildim. Sultanahmet’ten Çengelköy’e tam iki buçuk saatte gelebildik. İngiltere, Fransa, Almanya, İtalya, Japonya gibi iyi idare edilebilen medenî ülkelerde, hızlı trenlerle iki buçuk saatte Ankara ile İstanbul arası kadar bir mesafe alınabiliyor.

Belediyenin trafik sıkıntısını gidermek için 116 çare, çözüm ve tedbir uygulayacağı iddia edildi. Bence yapılacak ilk iş, halkımızı bilhassa işe gidip gelirken toplu taşıma vasıtalarına yönlendirmesidir. Bunun için de tek kişi olarak araba kullananlardan 5 misli fazla vergi alınmalıdır.

İstanbul’un trafiği 4-5 aydan beri gerçekten çekilmez hale geldi. Fırsat ve imkân bulabilsem en az yüz kilometre uzaktaki sakin bir yere çekilmeyi düşünüyorum. Haftada 2-3 gün işlerimi takip için İstanbul’a gelirim; en az 4 gün o küçük yerde zırıltısız, dırıltısız, gürültüsüz, trafiksiz, havası temiz bir şekilde yaşarım.

Şeyh Muzaffer Efendi

1985’te vefat eden Merhum Muzaffer Ozak Efendi Hazretleri, hem Sahhaflar Çarşısı Şeyhi, hem de Tarikat-ı Âliye-i Cerrahîye Şeyhi idi. Beyazıt’taki dükkanında, dergâhta kendisini ziyaret eder, sohbetinden istifade ederdim.

Efendi Hazretleri bir tarihte bir grup dervişiyle birlikte Amerika’ya gitmiş. Çeşitli yerlerde zikrullah yapılmış, meraklı Amerikalılar seyretmişler, birtakımları da Müslüman olmuş. Bu seyahatte bir şehre inmişler. Oraya geleceklerini önceden öğrenmiş bulunan bir kilise papazı onları bulmuş ve Şeyh Efendiye

“Bizim kilisenin sosyal tesisleri var, yatacak, istirahat edecek mekânlarımız mevcuttur. Buyurunuz sizi misafir edelim”

demiş. Efendi Hazretleri de kabul etmiş. Kilisenin ek binalarından bir yere yerleşmişler, soyunmuşlar, dökünmüşler, abdest almışlar, yemek yemişler, namaz kılmışlar… Ertesi günü papaz gelmiş:

– İstirahat edebildiniz mi, memnun kaldınız mı?.. diye sormuş. Efendi Hazretleri kendisi ve dervişleri adına teşekkür etmiş. Papaz biraz mânâlı şekilde ikinci bir soru daha yönlendirmiş, demiş ki:

– Ben İstanbul’a gelsem, yanımda birkaç kilise mensubu ile. Siz bize dergâhınızı, caminizi açar, bu şekilde misafir eder misiniz?

Şeyh Efendi,

“Hayır”

demiş. Papaz hem şaşkın, hem de meydan okurcasına

“Nasıl olur?.. Niçin?”

demiş. Efendi Hazretleri şu cevabı vermiş:

– Biz burada bir tür hak sahibiyiz, o hakkımızı kullanıyoruz. Biz Müslümanlar İsa Ruhullah Aleyhisselâm Efendimizi severiz, ona iman ederiz. Onun muhterem ve iffetli validesi Meryem annemizi de çok severiz. Biz Müslümanlar, Yüce Allah’ın Hazret-i İsa’ya İncil adında kutsal bir kitap gönderdiğine de iman ederiz. İşte bu imanımız ve sevgimiz bize bir hak kazandırmaktadır. Siz ise bizim Peygamberimizi (salât ve selam olsun ona) kabul etmiyorsunuz, onu yalanlıyorsunuz, Kur’an’ın Allah tarafından gönderilmiş ilâhî kitap olduğuna iman etmiyorsunuz, binaenaleyh sizin camide veya tekkede ağırlanmaya hakkınız yoktur.

Papaz hem biraz öfkelenmiş, hem de cevabın inceliğine hayran kalmış. Hayranlığı öfkesine galebe etmiş ve Efendi Hazretlerinin elini öpmüş… Zengin ve edebî Türkçe’de bir tâbir vardır:

“İntak-ı Hak”

denir. Yani

Allah söyletti…

Muzaffer Efendi Hazretleri hikmetli sözler söyleyen, firaset ve fetanet sahibi bir zattı. Chicago Üniversitesi’nde on iki sene Profesörlük yapan

Üstad Halil İnalcık

Beyefendi,

“Kerameti Kendinden Menkul”

adlı kitapta şöyle diyor:

“Chicago Üniversitesi’nde on iki sene öğretim üyeliği yaptım, ders verdim. Bu müddet zarfında en kayda değer hadise; İstanbul’dan Şeyh Muzaffer’in oraya gelip üniversite şapelinde (kilisesinde) dervişleriyle birlikte zikrullah yapması olmuştur…”

Efendinin dükkânında, dergâhında dünyanın her yerinden insan bulunurdu. Bunların bir kısmı Muzaffer Efendinin aracılığıyla Allah’ın kendilerine hidayet verdiği Avrupalı ve Amerikalılardı. Bunların arasında kimler yoktu ki… Amerika’da Ortodoks Rus Kilisesi papazı iken Müslüman olan, beş vakit namaza başlayan birini hatırlıyorum. Kanadalılar, Venezüelalılar, Brezilyalılar…

Efendi Hazretleri, Cuma günleri Beyazıt’ta Kapalıçarşı civarında, Diyanet’e bağlı olmayan özel bir camide hutbe okur, Cuma namazı kıldırırdı. Hutbeleri uzun olurdu ama hiç kimse bıkmazdı, herkes heyecanla dinlerdi. Birtakım liseli ve üniversiteli çocukları ilk defa oraya götürdüğüm zaman, namazdan sonra ilk söyledikleri söz

“Bu Hoca Efendi ne güzel hutbe okuyor, haftaya yine buraya gelelim…”

olurdu. Hoca Efendinin Amerika’daki papaza verdiği cevap islamî inceliğin bir numunesidir. Kırmadan, tahkir etmeden, hayran bırakarak, nazik bir konuda en güzel cevabı vermek… 05 Ocak 2006