Perşembe

 

Antarktika’da hurma ağacı, Büyük Sahra’da kutup ayısı bulmaktan zordur İstanbul’da bir Türk evi bulmak… Aklıma düştü, “Acaba şu onbeş milyonluk İstanbul’da millî, geleneksel, klasik mimarî üslubumuzda inşa edilmiş, içi de millî şekilde döşenmiş bir kaç

“Türk Evi” var mıdır?”

diye sorup araştırmaya başladım.

Senelerden beri önünden geçerken zevkle seyrederim, gözlerim bayram yapar, merhum

Asım Ülker beyin, Köprü ayağına yakın yerde bahçe içinde nefis bir Türk evi vardır.

Mimar Hilmi Şenalp bey dostumuzun eseri olan bu bina bacaları, çatısı, saçakları, tepe pencereleri ile

tam bir Türk evidir.

Yaptırılırken içinin resmini çektirtmiştim. Henüz döşenmemişti ama çok güzeldi. Bir Türk evinde ocaklar olur, tavanlarda süslemeler olur, bazısında fıskıyeli mermer havuzlar olur, ahşap gömme dolaplar, neler neler olur.

Asım beyin evini biliyordum. Acaba başka evler de var mı? Önce aziz ve kadim dostum

Prof. Uğur Derman

beye sordum.

“Ben bir tane biliyorum, Boğaziçi’nde Boyacıköy’de merhum mimar Refik Gökkan beyin kendisi için yaptığı Refik-âbad var.

Ölümünden sonra satıldı, yeni sahibi bir kat daha çıktı, inşaallah bozulmamıştır. Ben, yıllarca önce bu güzel Türk evi hakkında bir röportaj yapmış ve bunu Hayat Tarih dergisinde bastırtmıştım…” dedi. Başka böyle ev var mı diye sordum. Ben bilmiyorum dedi. Uğur bey bilmezse yok demektir…

Unutmadan kayd edeyim. Mimar Refik bey, Ankara’da harap bir eski evden nefis bir tavan satın almış, bunu İstanbul’a getirip kendi hanesinin bir salonuna monte ettirmiş. 1950’li yıllarda

Ankara’nın Ulucanlar semtinde ne güzel eski Türk evleri vardı.

İmar yapıyoruz diye hepsini kör kazmaya, buldozere kurban ettiler. Refik bey hiç olmazsa bir tavanı kurtarmış oldu.

Türk Tarihî Evleri Vakfı’nın başkanı ve eski Türk evlerinin aşığı

Perihan Balcı

hanımefendiyi arıyorum. Üzüntülü bir sesle “

Maalesef İstanbul’da sizin aradığınız ve istediğiniz şekilde klasik eski Türk evi bırakmadılar. Hepsini yıktılar tahrip ettiler, yok ettiler…”

dedi.

Aziz dostum

Necdet İşli

beye soruyorum.Onun İstanbul’da bilmediği tarihî eser ve yapı yoktur.

“Bir tane Üsküdar’da Şemsi Paşa semtinde Tebhirhâne sokağında var. Sahipleri içini pek göstermiyorlarmış…”

cevabını verdi.

Antik Dekor dergisi sahibi Turgay Artam

beyle de bu hususta konuşuyorum. O da İstanbul’da Türk evi gösteremiyor. Mimar Hilmi beyden, mimar Ömer Yavuz beyden bahs ediyorum. Röportajlar yapılsa da yayınlasak temennisinde bulunuyor.

Allah Allah!

Şu koskoca İstanbul’da Türk evi yok.

Peki yapılan yüzbinlerce yeni bina ne oluyor? Onlar beton yapılardır; ruhsuz, şahsiyetsiz, kimliksiz, sanatsız, zevksiz.

Tokyo’da bir Japon’a sorsanız, “

Burada bir Japon evi var mıdır, bir gezip görsem…”

deseniz, çekik gözlü Japon güler,

“Burada bütün evler Japon evidir”

der.

Japonlar Batı’nın ilmini, fenlerini, metodlarını, müessiriyetini

(etkinliğini),

silâhlarını almışlardır ama kendi kimliklerini, kültürlerini, sanatlarını, kişiliklerini, medeniyetlerini terk etmemişlerdir.

Japon yazısı ile yazarlar, okurlar.

Erkekleri ve kadınları canlarının istediği zaman

kimono

giyer.

İkebana, bonsai, çay seremonisi, okçuluk sanatı ve sporu, millî ev döşemeleri, millî bahçeleri, millî el sanatları titizlikle yaşatılıyor orada.

Biz Türkler Batılı olacağız derken herşeyimizi terk ve ihmal etmişiz. Japonlar gibi de olmamışız,

iki arada bir derede cascavlak

kalmışız.

İstanbul Büyükşehir Belediyesi

Küçük Çamlıca

(Büyük Çamlıca değil)

tepesinde

dış ve iç mimarîsi millî olan bir köşk inşa ettirmiş, şu anda kahvehane ve çayhane olarak halka hizmet veriyor.

Bu binayı da mimar Hilmi bey projelendirmiş. Gerçekten güzel bir yer. Gidip görmenizi tavsiye ederim. Otomobille gitmek gerek. Bahçe içindeki yolu hayli uzun.

Orada yemek yenilecek ikinci bir bina daha var.

İstanbul’da Türk evi bulamayınca gözlerimizi yakınlara çeviriyoruz.

Çatalca’da aziz dostumuz

Prof. Nevzat Yalçıntaş

beyin

Edirnekârî

bir evi yaptırtmış olduğunu duyuyordum. Telefonla görüşüyorum, ziyaretine gidiyorum. Ev nefis bir Türk bahçesi içinde. Burasını da mimar Hilmi bey yapmış. Bacaları, saçakları, pencereleri, tepe pencereleri, girişteki mermer havuzu,

üç ocağı

(şöminesi)

ve

diğer teferruatı ile gerçekten çok sanatlı, çok güzel, nefis bir Türk evi.

Nevzat beyi ve muhterem refikaları hanımefendiyi tebrik ediyorum.

Japon Müslümanlarının lideri durumunda olan ve bir hastahaneler zincirinin sahibi bulunan zat-ı muhterem bu evde misafir kalmış, çok beğenmiş, Japonya’da aynısını yaptırmış, şimdi orada yaşıyormuş. Japon Müslümanı Türk evinde yaşıyor da biz Türk Müslümanları böyle evlerde yaşamıyoruz.

Herkes için söylemiyorum, parayı koyacak yer bulamayan Müslüman zenginler, varlıklılar, Karun gibi servet sahipleri için konuşuyorum. Elbette fakir ve güçsüz bir vatandaştan, bahçe içinde Türk evi yaptırmasını istemiyoruz…

Nevzat beyin evinin bir benzerini

(biraz büyük olarak)

Rusya ve Sibirya Müslümanları Şeyhülislâmı hocaefendi Başkırdistan özerk Cumhuriyeti’nin Ufa şehrinde yaptırtmış.

O da Nevzat beye misafir olduğu zaman evi görmüş, hayran kalmış ve aynısını yaptırtmış.

Bundan yıllarca önce

değerli mimar Ömer Yavuz

bey ile tanışmıştım. O da klasik Türk evleri inşa ediyordu. Bunlardan biri

Beykoz civarındaki Ali Bahadır köyüne yakın bir yerde yapılmıştır.

Ömer beyi telefonla çok aradım, bulamadım.

Biz ne garip bir milletiz. Türkiyeliyiz, Türkiye evlerinde oturup yaşamayız.

Siz bir

kırlangıcın karga yuvası yaptığını gördünüz mü?

Yahut bir bülbülün çalıkuşu yuvası yaptığını.

Her kuş kendi cinsine ait yuvayı yapar.

Evler mal değildir, yuvadır. Biz Müslüman Türkiyeliler Türkiye evlerinde oturmalıyız. Evlerimizin dış mimarîsi, iç tanzimi ve döşemesi hep millî olmalıdır.

Artık akar su var her evde, bundan sonra elbette güsulhânede yıkanacak değiliz. Lakin banyolarımız, tuvaletlerimiz bile bizim üslubumuzda olmalıdır. Mutfaklarımız Türkiye mutfakları olmalıdır. Hele salonlarımız, misafir odalarımız…Onlarda bizim sanatımız, bizim kimliğimiz, bizim üslubumuz, bizim renklerimiz, bizim çizgilerimiz görülmelidir. Bu dekorasyon çok mu pahalıya mal olur? Güldürmeyin beni!

Klâsik bir sedir, bir koltuk takımından çok daha ucuza yaptırılabilir.

Her orta halli vatandaş evinin içini

Türkiye sanatı ve üslubu ile döşeyebilir.

Yerlere el dokuması halı ve kilimler koymak o kadar zor mudur? Mutfağı döğme bakır eşyalarla süslemek zor mudur? Büfenin üstüne, vitrine birkaç millî geleneksel süs eşyası koymak zor mudur?

Otomobil benzinine avuç avuç para veriyoruz da niçin evimize bir Hilye-i Şerif levhası koymak için masraf yapmıyoruz?

Müslüman geçinen nice hali vakti yerindenin evinde bir tek orijinal hüsn-i hat levhası yok. Bu bir eksiklik değil midir, ayıp değil midir, utanç verici bir yabancılaşma değil midir?

İslâmcılarımız cart curt ederken mangalda kül bırakmıyor. Türkçülerimiz Türkçülük milliyetçilik derken cihanı velveleye veriyor. Sonra bunların yükü tutmuş olanları Türk evlerinde yaşamıyor. Ne ayıp, ne ayıp, ne ayıp…

Türk evi

derken ille de yüzde yüz klâsik ve geleneksel, ahşaptan yapılmış binayı kasd etmiyorum.

Beton binalar yapılsın ama bunların cephesine, çatısına, saçağına, bacasına, penceresine, kapısına, balkonuna biraz millîlik katılsın, biraz millî sanat ilâve edilsin.

Bunu bile yapamıyoruz.Öylesine dejenere olmuşuz ki…

Güney hududumuzdan çıkın, Suriye’ye girin, Halep ve civarında nefis taş kaplamalı yeni binalar göreceksiniz. Camiler güzel, okul binaları güzel, evler villalar güzel, resmî binalar güzel. Orada bol bol bulunan bir taş ile kaplamışlar bunları. İslâm mimarîsinden ilham almışlar, millîlikten kopmadan çağdaş binalar yapmışlar. Türkiye’nin oraya yakın yerlerindeki yeni binalar ise birbirinden çirkin. Belen’deki tarihî su kemeri bile yıktırılmış.

Müslümanlar, Müslümanlar… İslâmcılar, İslâmcılar.. Türkçüler, Türkçüler.. Milliyetçiler, milliyetçiler… Sizlere ne desek bilmem ki.. 30 Eylül 2005