Çarşamba

 

İstanbul’u terk edersem, nerelere gidebilirim? Terk derken, büsbütün terk etmek değil, bir ayağım büyük şehirde olacak, haftada, on günde bir yine geleceğim. Lakin asıl ikametgahım küçük, ıssız, sakin bir yerde olacak.

Birinci ihtimal: Şile taraflarındaki bağ yahut kır evime çekilmek. Henüz orada elektrik yok. Bilgisayar, faks kullanamam. Yakında bakkal falan da bulunmuyor.

İkinci ihtimal: İstanbul’a iki üç saat mesafede, nüfusu beş binin altında küçük bir ilçeye veya beldeye kapağı atmak. Kimsenin rağbet etmediği bir eski zaman evi. Taşlıktan üst kata çıkarken, meselâ yedinci basamak gıcırdayacak. Eski evleri severim. Yeterki, başıma yıkılmayacak derecede sağlam olsunlar. Onlara benden önce yaşamış Müslümanların sesleri, solukları ruhları, ibadetleri sızmıştır. Sâlih, muttaki, zâhid, hayırlı kimselerin yaşamış oldukları mekânlarda insanı huzur kucaklar, rahat bir ömür sürer.

Haftada bir pazar kurulur, civar köylerden taze sebze meyve gelir. Beş sene kadar önce Bozkurt’ta böyle bir pazarı gezmiştim. Her şey taze, hormonsuz, katkısız… Küçük yerlerin fırınlarında pişen ekmekler daha lezzetli olur. Bir veya iki lokanta, köfteci, ahçı dükkanı. Ne yediğini bilirsin…

Ezan okununca camiye gidilir. Bendeniz etliye sütlüye karışmam, münzevî bir hayat sürerim. Kitap okurum, yazı yazarım.

Böyle bir yerde on gün oturdun, sükûnet ve huzur battı, bir sabah ilk otobüsle İstanbul’a gidersin. Büyük şehri mi özledin? Al sana büyük ama çok büyükşehir. Sokaklarda karınca sürüleri gibi koşuşturan bir insan seli. Hava kirli mi kirli. Korna sesleri, her taraftan gelen kulakları tırmalayıcı berbat müzik nağmeleri. Lokanta vitrinlerinde nefis olmayan nefis döner reklamları. Anormal şekilde beyaz ekmekler. Maskeler, asık suratlar. Seller gibi akan otomobiller, otobüsler, tramvaylar… Bir yanda alabildiğine zengin, alabildiğine lüks bir azınlık, öbür tarafta dar gelirli bir çoğunluk. Yankesicilik, hırsızlık, kapkaççılık yapmamak için işportacılık yapmak isteyip de onu da yapamayan çaresizler. Kahveler dolusu asalak. Koşuşturup duranlar, niçin bu kadar telaşlıdır onlar?

Yaz günlerinde hamam anası gibi açık karılar. Bazısının göbekleri görünüyor, bazısının koltuk altları ve göğüsleri. Beride alaimisema (gökkuşağı) gibi sözde tesettürlü hatunlar. Eşarp beş renkli, fistan mavi, tüniği pembe, saçlarını deve hörgücü gibi topuz yapmış, sürmüş sürüştürmüş, takmış takıştırmış, alına salına, kırıta mırıta yürüyor… Sade giyimli çarşaflı, tek renkli örtülü hanımlar da var, onlara bir şey dediğim yok.

Büyük şehirden insan bir iki günde bıkar. Bir gece yatarsın, alışverişini yaparsın, göreceklerini görürsün ve tekrar ıssız, sakin küçük şehre dönersin.

Benim dediğim küçük şehir anayolun kenarında olmayacak. İçinde ve yakınında fabrika bulunmayacak, kıyıda köşede kalmış kuş uçmaz kervan geçmez bir yerceğiz olacak.

Ölümün ne zaman geleceği belli değil. Büyükşehirde gelirse oraya, küçükte vaki olursa oraya gömülürsün. Her iki şehirde de bir namazlık saltanatın olur musalla taşında. Ha şimdiden söyleyeyim. Öldüğümde sakın tabutumun başında nutuk atmaya kalkışan olmasın. En nefret ettiğim, cenazelerde atılan nutuklardır. Tezkiye, helâllik, Allah rahmet eylesin… O kadar.

Yıllarca önceydi. Bir cenazeye gitmiştim. Kalabalık mı kalabalık. Birden alkışlar, yaşasın yaşasın sesleri duyuldu, kalabalığın bir tarafından bir kaynaşma oldu. Dünya büyüklerinden biri gelmiş de halk onu alkışlıyormuş. Zehi gaflet!

Küçük beldeden bıkınca, büyük şehre gitmek yerine, büsbütün ıssız, büsbütün vahşi bir yaylaya ve vâdiye gitmek de var. Pikniksiz, mangalsız bir yer. Ağaçlar yemyeşil, vâdinin aşağısında gümüş gibi bir dere akıyor. Hava bir temiz bir temiz ki, ilk birkaç saatte temiz hava şoku yaşıyorsunuz. Oksijenden yüzünüz kızarıyor, kalbiniz daha hızlı çarpıyor.

Kuş sesleri… Yolun öbür tarafına ahestebeste yürüyerek geçen kaplumbağa. Huzur içinde geçsin diye otomobili durduruyorsunuz. Acaba böyle ıssız yerlerde bir tavşancık görebilir miyim? Hiç zannetmiyorum. Zalim avcılar onları vura vura bitirdiler.

Çocukluğumda ırmak kenarlarında kunduzlar vardı. Şimdi kaldı mı acaba? Su yılanlarını hatırlıyorum. Suyun üzerinde S harfine benzer şekilde kıvrıla kıvrıla yüzerlerdi. Üveyikler alçak ağaçların dalları arasına derme çatma yuvalar yapar, yavru çıkartırlardı. Keklikler, yavruları peşlerinde birerli koldan çalılar arasında dolaşırlardı. Geçenlerde bir yerde kocaman siyah bir karınca yuvası gördüm. Telaş ve acele içinde koşuşturup duruyorlardı. İnanmayacaksınız, geçtikleri yolda bir iki santim eninde bir karınca yolu açılmıştı. Demek ki, karıncalar ayakları ile yol açabiliyor.

Haziran’da mayısta eğreltiler arasında yabani çilekler yetişir. Çocukluğumda onları toplar, ince ot saplarına dizerdim. Eskiden ormana yakın yerlerde dev kiraz ağaçları olurdu. Meyveleri küçüktü ama çok lezzetliydi. Kaldı mı böyle ağaçlar acaba?

Mudurnu’ya giderken geçen sene yanyana iki su değirmeni görmüştük. Hâlâ çalışıyorlardı. Sun’î gübresiz toprakta yetişmiş yerli buğdayı alacaksın, değirmene götürüp öğüttüreceksin, köy fırınında hiç elemeden ekmek pişirteceksin. Böyle ekmekler yiyenler çok az hastalanırlar.

Savaşlarda benim anlattığım ıssız ve sakin yerlerde yaşamak daha selametlidir. Oralarda büyükşehirlerdeki kadar sıkıntı ve acı çekilmez. Fazla yiyecek bulamasan bile tarhana çorbasına ekmek doğrar karnını doyurursun.

Nezih Uzel bey dostumuz

İstanbul’u bıraktı,

Sapanca’ya gitti.

İstasyon civarında iki dairenin birleşmesinden meydana gelmiş bir ev almış. Sakin mi sakin, rahat mı rahat. İsabet etmiş. Güle güle otursun.

Büyük şehirler insan yığınlarını mıknatıs gibi çekerler.

Şehir dolar ve şişer. Bugünkü İstanbul gibi, Mega İstanbul, suriçi tarihi şehrin 180 misli imiş. Gelenler ayrılmak, kaçmak isteseler de kaçamazlar. Sonra ansızın bir âfet gelir. Büyük bir zelzele, bir savaş. Bilmem kaçıncı filonun işgali…

Bu sefer gerçekten kaçmak isterler, fakat kaçmanın imkânı kalmamıştır. Köprüler, yollar, viyadükler çökmüştür. Açık yol olsa bile milyonlarca vasıta ile tıkanmıştır. Elektrikler ve su kesilir. Yollar enkazla kaplanır. Yaralılara bakılmaz, alçak müteahhitlerin yaptığı çürük hastahaneler yıkılmıştır. Yağmacılar ellerinde kol ve parmak kesecek aletlerle mücevher, yüzük, bilezik toplamaya başlar. Yirminci asrın başlarında dehşetli

San Fransisco zelzelesinden

sonra yağmacıları sokak mahkemelerinde muhakeme eder, hemen elektrik direklerine, ağaçlara asarak idam ederlermiş… İstanbul’dan kaçmak derken laf lafı açtı, konu nerelere geldi. Sürç-i lisan ettikse affoluna! 31 Ağustos 2006