Pazartesi

 

Artık İstanbul’u gezemiyorum. Ben mi ihtiyarladım, yoksa şehir mi zıvanadan çıktı, bilemiyorum. Sekiz on sene önce Sultanahmet’ten yola çıkar, bir gün Ayvansaray’a, başka bir gün Beyoğlu ile Galata arasındaki semtlere, üçüncü bir gün meselâ Kuzguncuk’a giderdim. Gezme deyince Adalar’ı, Boğaz’ı listeye koymam. Oralar hem çok bilinen, hem de çok mahvedilmiş yerlerdir. İnsan İstanbul’un hiç gezilmeyen yerlerini gezmeli. Meselâ öğle namazını Fener’deki Gül Camii’nde kıldıktan sonra üst taraftaki eski Rum evlerini tedkik etmeli. Kırmızı Rum mektebinin üstündeki Mevlevihâne’yi ziyaret etmeli.

Eski İstanbul gezilerimde küçük lokantalar keşfeder, oralarda yemek yerdim. Lüksten, şatafattan hoşlanmam. Halktan biriyim, halkın yediği yerlerde niçin yemeyeyim? Ucuzmuş… Ucuz yemek yemek ayıp mı? Şimdi insanlar oturdukları semtlere, kullandıkları otomobillere, sahip oldukları mesleklere, aylık gelirlerine göre değerlendiriliyormuş.

İstanbul çok kalabalıklaştı. Sokaklarda, caddelerde, meydanlarda yürüyen halka bakıyorum da, bazen yüzbinlerce insan içinde bir kişiyi bile râbıtalı giyinmiş olarak göremiyorum. Zengin fakir, genç ihtiyar, âlim câhil herkes berbat kıyafetlerle dolaşıyor. Şimdi bir de, şehrin ana caddelerinde şortla gezmek modası çıktı. Yüzyirmi kiloluk şişman vatandaş, tığ gibi delikanlıya yakışacak kıyafete bürünüyor; altmış yaşındaki kişi play boy giysilerine heves ediyor. Bazı kadınlar ise hamam anası kıyafetleriyle geziyor. Yahu her yaşın, her beden yapısının kendine yaraşan kılığı kıyafeti vardır. İnsanlarımız bu hususa niçin dikkat etmiyor?

Şu koca şehirde doğru dürüst çay, kahve içecek kaç yer kaldı? Benim bildiğim kadarıyla hakikî limonata beş yerde yapılıyor. Eski yemeklerin, tatlıların sadece adı kaldı.

Sonradan görmeler, hava atmak için bazı pahalı lokantalara gidiyor. Etiler’de lüks bir merkezde bir lokanta varmış, bir adam 25 milyona yemek yiyebiliyormuş. Önceden randevu almak gerekiyormuş. Tabiî ertesi gün, konuşmanın hiç alâkası olmayan bir yerinde “Dün Etiler’de Arrivederci’de yemek yedik. Salyangoz kızartması nefisti. Daha sonra ben beyaz şaraplı tavşan kavurması, karım süt domuzu pirzolası yedi… Porto içtik…” Görmemiş türediler!

Artık Müslüman kesimde de türedi çok. Son onbeş yirmi yıl içinde köşeyi dönenler lüks lokantadan lüks lokantaya koşup duruyor. Saçma sapan yemeklere bir çuval verdikten sonra heriflerin geğirtileri bile lüks oluyor. Her neyse… Yılda bir kere Belgrad Kapısı üzerindeki surlara çıkar, orada tüp üzerinde çay hazırlar, yanımdakilerle birlikte piknik yapardım. Artık gidemiyorum. Her yer insan dolu, araba dolu, toz duman ve egzoz gazı dolu. Beton beton beton… Zevksiz zevksiz binalar, çapaçul giyimli ahali… Eski küçük lokantalar, mahalle muhallebicileri, çiğ börekçiler, hakikî limonata yapan esnaf tarihe karıştı.

Halk mı, Aydınlar mı?

Türkiye halkının aptal ve beyinsiz olduğu iddiasını çürüten gerçeklerden biri, işçilerimizin Almanya’da çok başarılı olmaları, o ülkenin kalkınmasına ve zenginleşmesine katkıda bulunmalarıdır. Aziz Nesin ve benzerlerinin iddia ettiği gibi bizim halkımız değil, idarecilerimiz ve seçkinlerimiz (istisnâlar dışında) çok kötüdür.

Türkiye çok kötü otomobiller üretiyor. Dizayn, teknik donanım, her hususta kötü. Bunun sebebi işçilerimiz ve ustalarımız mıdır? Asla!.. Bunun sebebi bizim idarecilerimiz, büyük parababalarımızdır. Onların bilgileri, ahlâkları, karakterleri yüzde yüz yerli ve millî mükemmel ve güzel otomobiller yapıp da, başta ABD ve ileri Avrupa ülkeleri olmak üzere bunların milyonlarcasını ihraç edip satmaya yetmemektedir.

Güney Kore böyle bir işi beceriyor da Türkiye niçin beceremiyor? Çünkü bizim idarecilerimiz, yukarı tabakamız bu işi beceremiyor.

Bir Türk işçisi Almanya’da iyi çalışıyor, başarılı oluyor, para kazanıyor, o ülkeye hizmet ediyor; fakat Türkiye’de aynı başarıyı gösteremiyor. Sonra da bizim halkımız, bizim işçimiz, bizim yığınlarımız kötü oluyor. Ne aptalca mantıktır bu.

Bugün Türkiye’nin başındaki en büyük belâ kötü aydınlar, kötü idareciler, kötü seçkinlerdir.

Dünyanın hiçbir ileri, medenî, demokratik, gelişmiş, hukukun üstünlüğü üzerine oturan bir rejime sahip ülkesinde halkın dini ve imanı ile savaşılmamaktadır. Böyle bir çarpıklık ve sapıklık bize mahsustur. Kim yapıyor bu yamukluğu ve sapıklığı? Aydın geçinen, ilerici geçinen, sonra da her haltı yiyen bir kısım okumuşlar ve yükselmişler değil mi?

Bizde ileri ve medenî ülkelerde yüksek tahsil yapmış onbinlerce kişi vardır. Şu anda ABD’nin Boston civarındaki seçme üniversitelerinde okuyan Türkiyeli bazı zengin çocukları oralardaki gece klüplerini, barları, diskotekleri sabahlara kadar kapatıp bin türlü rezalet icra ediyorlarmış. Yarın bunlar ceplerinde, zâhiren parlak diplomalarla dönecekler, her biri bir makama mevkiye geçecek ve Boston’da tahsil yaparken sergiledikleri rezaletleri burada da devam ettireceklerdir.

Rüşvet alıp vermek bunlardadır. Devlet bütçesini hortumlamak bunlardadır. Bunların işleri güçleri faiz, rant, avanta, vurgundur. Türkiye’nin kanını iliğini bu haşarat sömürüyor. Sonra da bu herifler temiz, Türk halkı ahmak oluyor.

19’uncu asrın ikinci yarısında Japonya medenî ülkelere öğrenci göndermişti. Başarılı olmayanlar geri dönmüyorlar, intihar ediyorlardı. Biz ise Tanzimat’tan sonra Avrupa’ya bir sürü öğrenci yolladık; orada adam gibi okuyup ilimle, fenle, kültürle mücehhez olarak vatana hizmet edecekleri yerde Paris’lerde, Londra’larda, başka yerlerde bin türlü sefahat, içki, fuhuş ile meşgul oldular ve garbın ne kadar maddî manevî frengisi varsa ülkeye getirdiler. Sayelerinde batılılaştık ve battık. 03 Ağustos 1999