Cumartesi

İstanbul’a 1940’da yatılı okulda okumaya geldim,

altmış dört senedir bu şehirliyim.

On iki sene burada ilk, orta, liseyi okudum.

Yüksek tahsilimi Ankara’da Siyasal Bilgiler Fakültesinde yaptım.

1960’da gazetecilik maksadıyla İstanbul’a döndüm, iyice yerleştim. Altmış senedir bu şehrin yol, kaldırım, inşaat işleri bitmez. Bir yaparlar, bir bozarlar. Şehir ama göçebe şehri.

Sultanahmet’te yirmi beş yıla yakın bir zamandan beri oturuyorum. Bir günüm bile inşaat gürültüsü olmadan geçmedi. Birkaç hafta önce gece yarısından sonra korkunç bir gürültü beni uyandırdı. Yerin altından boğuk ve korkunç balyoz sesleri geliyordu. Meğerse, açıkgöz bir bina sahibi binasının altındaki Bizans Magnaura sarayı duvarlarını yıkmaya çalışıyormuş. Niçin gecenin o saatinde? Çünkü tarihî eserdir, yıkılması, tahrip edilmesi yasaktır. Birkaç metre karelik bir bodrum yeri kazanacağım diye… Her seçimden önce hummalı bir kaçak inşaat furyası başlar. İki katlı binaya üçüncü kat, üç katlısına dördüncü, dört katlısına beşinci kat çıkılır.

Kaldırımlar bir âlemdir. Yaz boz tahtası… Yapılır bozulur, yeniden yapılır. Birtakım müteahhitler para kazanır. Lakin şehir ve şehirli kazanmaz, ziyan eder. Karaköy ile Fındıklı arasında tramvay hattı yapılıyor. Mübarek bir türlü bitmiyor. Medenî şehirlerde kaldırım güzelce ve sağlamca yapılır ve sonra on yıllarca, hattâ yüzyıllarca yerinde durur.

1980’den sonra zamanın büyüklerinden biri bir kaldırım taşı fabrikası kurmuştu. Büyük zat büyük para vursun diye ne kaldırımlar yapıldı, ne dolaplar döndüydü.

Bir şehrin medeniyet derecesini anlamak için onun yaya kaldırımlarına bakmak gerekir. Yaya kaldırımları meymenetli, sağlam, sanatlı ise orası medenîdir, değilse bedevîdir.

Sultanahmet parkında, camiye karşı oturma sıraları koymuşlar, yaz gecelerinde sesli-ışıklı gösteriyi seyredenler burada oturuyor. Bu sıralar o kadar ilkel, o kadar çirkin ki, her geçişimde utanıyorum. En âdisinden iğrenç beton kaideler, onun üzerinde en bayağısından kahverengi boyalı tahtalar… İstanbul gibi bir medeniyet merkezinin göbeğinde, ulu bir İslâm mâbedinin gölgesindeki sıralar böyle mi olmalıydı?

Tarihî suriçi İstanbul’u bir müze-şehir olarak korunmalıydı. Biz öyle mi yaptık? Yollar açmak, imar faaliyeti yapmak bahanesiyle koskoca bir tarihi, medeniyeti, kültürü, sanatı yok ettik. İstanbul büyüyecekse surların dışında planlı, programlı bir şekilde büyüyebilirdi.

Haliç’ten Fener sırtlarına bakınız. Tepede korkunç korkunç bina heyûlaları sırıtır. Perşembe Pazarı sahilinden Süleymaniye ile Haliç arasındaki bölgeye bakınız. Ya Rabbi, o ne korkunç çirkinliktir. Biz dünyanın en güzel, en tarihî bölgesine ne çirkin hanlar, ne berbat işyerleri yapmışızdır.

Banliyö trenine bininiz ve Yedikule’den Sirkeci’ye kadar sahilin haline bakınız. Harabeler, harabeler, harabeler… Yıkık evler, berbat beton binalar, geri bir şehircilik…

Zenginler, varlıklılar, üst tabaka suriçi İstanbul’unu terk etmişler, çok uzaklarda oturuyorlar. Zeyrek semti ne korkunç bir ihmalin, hıyanetin kurbanı olmuştur.

Fener ve Balat tarafı dışarıdan gelen paralarla imar ve restore ediliyormuş. Dışımızdaki birtakım güçler buraları bizim kara gözlerimiz için imar etmezler. Elbette bir bildikleri vardır. Biz niçin imar edemiyoruz, doğru dürüst restore edemiyoruz?

Eskiden Sultanahmet’ten yukarıya çıkan Divanyolu caddesinin iki yanı bina ve dükkan doluymuş. Şimdi bir taraftaki dükkanlar, binalar kaldırılmış, sadece park var. Halbuki bu bölgeyi ziyaret eden turistlerin yemek yiyebileceği, kahve ve çay içebileceği, hediyelik geleneksel sanat eşyası alabileceği dükkanlar olması gerekir bu yolun iki kenarında.

Yüksek bir binadan veya kuleden İstanbul binalarının damlarına, çatılarına, teraslarına bakınız. Ne kadar berbat bir çirkinlik teşhir edilmektedir oralarda. Paris’te damlar, çatılar, bacalar böyle midir?

Eski tarihî binaları bile doğru dürüst restore edemiyoruz. Restorasyon çok derin bir ihtisas işidir, rastgele metodlarla yapılamaz. Sultanahmet Camii’nin içindeki nakışlar ve yazılar üstüste yapılan restorasyonlarla ne kadar yozlaşmış, ne kadar bozulmuştur.

Eminönündeki Yeni Camii’nin Hünkâr Kasrının damına bakınız. Kurşunları kalkmış, saçakları çürümüş, harap türap vaziyette. Bir gün gelecek çökecek. Vakıflar idaresi orayı niçin tâmir ettirmiyor?

Beyoğlu’nda bir Fransız sokağı açılıyormuş, burada şarap dükkanları olacakmış… Peki

Cağaloğlu’ndaki Hadım Hasan Paşa medresesi

uzun yıllardan beri simsiyah bir harabe halinde duruyor, niçin birtakım hamiyetli, vatansever, medenî idarecilerimiz o ecdat eserine el atmıyor

? Bir Osmanlı medresesinin Fransız Şarap Sokağı kadar kadr ü kıymeti yok mudur?

İstanbul’un yeni binalarına niçin Türk sanatının, Türk mimarîsinin, Türk medeniyet ve kültürünün damgası vurulmamıştır? Hangi şer güçleri buna mâni olmuştur? Suriçi İstanbul’unu güzelleştirmek, kurtarmak için

Çelik Gülersoy

gibi bir adama verilmesi gerekir işin.

Zeyrek Camii’nin (Pantokrator kilisesi) etrafını güzelleştirmek için dışarıdan büyük miktarda yardım gelmişti. Bir ara bu işin hayli edebiyatı yapıldı, car curt edildi, sonunda gidin bakın Zeyrek yine bir harabe, yine bir viranelik. Peki dışarıdan gelen paralar ne oldu?

Zeyrek Camii’nin dışı Amerika’dan gelen paralarla mükemmel şekilde restore edildi. İçi yürekler acısı bir harabe şeklinde duruyor.

Lâfa geldi mi mangalda kül bırakmayan birtakım İslamcılar, Siyasal İslâm baronları niçin bu caminin restorasyonunu yaptırtmıyor?

Haçlı dünyası, kiliseden camiye çevrilmiş bütün tarihî binaları yeniden kilise yapmak üzere planlı programlı bir şekilde çalışıyor. Müslümanlar bu çalışmalara karşı ne gibi müdafaa tedbirleri alıyor? Hiiiç! En ilerisinden en gerisine kadar bütün dünya ülkelerinde geleneksel millî sanatlar yaşatılırken biz bu konuda ne yapıyoruz?

Beşiktaş’ta Barbaros heykelinin olduğu parkın karşısında binalar var. Kimisi yeni ve uzun, kimi eski ve eciş bücüş. O caddenin kenarı mimarlık ve sanat bakımından tam bir zevksizlik manzarası arzediyor. Yıllar geçiyor ve orasını güzelleştirmek, bir şekle ve intizama sokmak için hiçbir şey yapılmıyor. Neymiş efendim, mevzuat müsait değilmiş. Başınıza mevzuat kadar taş düşsün!

Gidin Çamlıca’nın etrafına bakın. Yeşil kalması gereken o tarihî sit bölgesi arı kovanı gibi evlerle, villalarla dolduruldu, bir beton yığını haline getirildi. Oraları yapılaşmaya açanların elleri kurusun!

İstanbul’un haline acımamak, kahr olmamak mümkün mü?

Toprak Sanatı

İstanbul ve civarında

toprak – çömlek sanatı ile uğraşan kimseleri

tanımak istiyorum. Yüz kilometre uzaklığa kadar böyle bir atölyesi olan kimseler lütf edip isim, adres ve telefon verirlerse kendilerini ziyaret edip bilgi alacağım ve elimden geldiği kadar tanıtmaya çalışacağım. Ayrıca onlara öğrenci bulup bu sanatın öğrenilmesi, canlanması için çalışacağım. Şimdiden teşekkür eder, saygılarımı sunarım. Telefonum: Bedir yayınevi 0212 / 519 36 18 (Mehmed Şevket Eygi’ye ulaştırılacak denilerek bilgi verilmelidir.) Fax: 0212 / 638 66 85 20 Haziran 2004