İstanbul’un İdaresi Almanların Elinde Olsaydı…
Milli Gazete-Köşe Yazıları
- 12 Ocak 2019
Pazar
İki şeyi farz ediyorum: Birincisi: 1950’den bu yana İstanbul Almanların elinde olsaydı. İkincisi: Bu Almanlar, Alman zihniyetini ve müessiriyetini taşımakla birlikte Müslüman olsalardı. Şimdi konuya geçebiliriz. Almanların elindeki bu İstanbul yarım asırda nasıl bir şehir haline gelirdi?
(1) Nüfusu asla 3-4 milyondan fazla olmazdı. Bugünkü gibi azman bir megapolis haline gelmesine izin ve fırsat verilmezdi.
(2) En az on milyon kitaplık büyük bir kütüphaneye sahip olurdu. Almanlar Müslüman oldukları için buraya ya Fatih Sultan Mehmed yahut Kanunî Muhteşem Süleyman Hân ismini verirlerdi.
(3) Şehir dünyanın sayılı ilim, irfan, kültür, sanat, araştırma merkezlerinden biri olurdu.
(4) İstanbul Türkiye’ye elli sene içinde en az on Nobel veya benzeri uluslararası ödül kazandıracak ilim, fen ve sanat adamı yetiştirirdi.
(5) Suriçi, Beyoğlu, Karaköy, Galata tarafı, Haliç sahilleri tarihî dokuya uygun bir şekilde restore edilir, dünyanın gıbta ve hayranlık ile seyrettiği bir harika medeniyet merkezi olurdu.
(6) Yeni yapılan bütün mahalleler, meselâ en az Bahçeşehir gibi temiz, düzgün, ağaçlı, çiçekli, güzel olurdu.
(7) Şehirde bir tek gecekondu, kaçak yapı bulunmazdı.
(8) Şimdiye kadar bütün şehirdeki genel ulaşım toprak altına indirilmiş, metrolar ile sağlanmış, yerüstünde kargaşaya meydan verilmemiş olurdu.
(9) Arazi, bina, yapılaşma dalaverelerine ve spekülasyonlarına izin verilmezdi.
(10) Boğaziçi sahillerinde otomobil trafiği yasaklanır, bu bölge bir huzur, sükûn, tarih, kültür, nefes alma mıntıkası olurdu.
(11) Eski korular, parklar, yeşil sahalar korunur, bunlara yenileri eklenir, İstanbul bir “Yeşil Şehir” haline getirilirdi. Şehirdeki yeşillik ve ağaçlar, en az bugünkünün yirmi misli olurdu.
(12) Taksim’e dünyanın en güzel camii yapılırdı. (Unutmayalım, yazımın başında onların Müslüman olduklarını farz etmiştim…)
(13) Müslüman Almanlar sayesinde şehirde çok vasıflı ve güçlü bir eğitim sistemi olacağı için, elli seneden beri yetişen İstanbullular gerçek İstanbullu olur; iki imparatorluğa başkentlik yapmış bu şehrin ahalisi dünyanın en nazik, terbiyeli, görgülü, efendi, insansever kişileri haline gelirdi.
(14) Şehirde suçlar, ahlâksızlık, kötü haller asgarîye (en aza) indirilmiş, güvenlik sağlanmış olurdu.
(15) Dünyanın her yerinden akın akın turistler “İslâm medeniyeti neymiş, gidip yerinde görelim, havasını teneffüs edelim…” diye bu şehri görmeye ve gezmeye gelirlerdi.
Bir: Plânsız, programsız, kontrolsüz bir şekilde, bir milyonluk şehri onbeş milyona anarşik bir şekilde çıkardık. (İstanbul’un gerçek nüfusu onbeş milyondan kesinlikle az değildir. Unutulmasın, son sayımlarda kasıtlı olarak bazı sokaklar, mahalleler sayılmamıştır.)
İki: Adnan Menderes zamanında şehrin tarihî bölgesi Vandalca imar edilmiş, tarihî doku vahşîce tahrip edilmiştir.
Üç: İstanbul arazi, yapılaşma, kaçak inşaat mafyalarının rant hırsına kurban edilmiştir.
Dört: Galata Kulesi’ne çıkınız ve karşı tarafa bakınız. Tepede, dünyanın sayılı mimarlık şaheserlerinden Süleymaniye Camii, onun hemen altında Süleymaniye Medreseleri ve daha aşağıda (Aman Allah’ım!) korkunç derecede çirkin beton yığınları… İğrenç ve pis hanlar, antrepolar, depolar, işyerleri… İstanbul’un bu en güzel yerini ne hale getirmişiz. Medenî ve ahlâklı bir toplum, istese bile bu kadar çirkinliği bir araya getiremez.
Beş: Bütün yeşil sahaları yapılaşmaya açmışız. İlgililer bu konudaki izinleri ve ruhsatları niçin vermişler? İsteyenlerin kara gözleri için mi? Ne dolaplar dönmüş. Arada İstanbul’un canına okunmuş.
Altı: İstanbul’a on milyonluktan geçtim, bir milyon kitaplı bir genel kütüphane bile yapamamışız.
Yedi: Yeni yapılan binaların binde 999’u çirkin yapılmış. Sanki mimarlık ve sanat bakımından güzel yapı dikmeme hususunda ahd ü misakımız var.
Sekiz: İstanbul kültürü, İstanbul terbiyesi, İstanbul görgüsü öldürülmüş, efendim diyen nazik insanların yerine “Aha, oha, ha, ho, hi…” diyen barbarlar gelmiş.
Dokuz: Şehirde güvenlik kalmamış, şehir mafyalara terk edilmiş. Bu mafyalar korunuyor. Onları kimler koruyor? Söyleyemem a canım söyleyemem…
On: Trafik kargaşası, kakafoni, pislik şehri sarmış. Havası son derece kirli.
Onbir: Şehrin aslında en güzel yeri olan Haliç sahilleri viraneye, çöplüğe çevrilmiş.
Oniki: Millî kimlik düşmanı bir zihniyet Taksim’e cami yapılmasına şiddetle karşı çıkmış.
Onüç: İstanbul bir şehir iken dünyanın en büyük köyüne döndürülmüş, daha sonra o köy, “Dünyanın en büyük mezraası” haline getirilmiş.
Ondört: İstanbul’a bir sürü üniversite açılmış ama bunların sadece adları üniversite. Çağdaş dünya standartlarına göre ilim, irfan, kültür, araştırma merkezleri değil. İsterseniz bir deneme yapalım. En eski İstanbul Üniversitesi’nin öğrencilerini, büyük kapının altından geçerlerken imtihan edelim. “Bu kapının üzerindeki büyük kitabede (Türkçe’dir) ne yazıyor?” diye soralım. Binde biri okuyamayacaktır. Vah zavallı İstanbul, zavallı Türkiye. Bu milletin, bu ülkenin, bu devletin bin yıldan fazla kullandığı yazıyı okumaktan âciz kalmışız!
Onbeş: Bir helikoptere binelim ve şehri dolaşıp kuşbakışı bir nazar atalım: Şehirde korkunç, iğrenç, rezil bir çatı ve dam kirliliği görülecektir. Batı Avrupa şehirleri böyle midir? Meselâ Paris’te damlara, çatılara bakarsanız büyük bir estetik, sanat, temizlik, güzellik görürsünüz.
Her neyse, daha fazla yazmayayım. Sanırım, İstanbul’u nasıl mahv ettiğimizi isbat etmiş bulunuyorum.
Peki, şehir bundan sonra toparlanabilir mi? Bu kafayla, bu zihniyetle, bu kültürle, bu ahlâkla kesinlikle toparlanamaz. Önce eğitim, üniversite, ilim, irfan, yüksek kültür, millî kimlik şuuru, vasıflı, güçlü, üstün kadrolar… ondan sonra şehrin kurtulması…
Geçen pazar dostumuz Ali Taner beyin oğlunun düğünü münasebetiyle Sapanca’ya gittim. Geçerken, alt taraftan Çamlıca’ya baktım. Çamlıca bitmiş, bitirilmiş. Kümes gibi içiçe sözde villalar, daha doğrusu villa karikatürleri yapılmış. Çamlıca bu hale getirilecek tepe miydi? Bütün bu kötülükleri şehre kimler yaptı? Biz yaptık, biz yaptık, biz yaptık! Dünyanın en güzel şehrinin canına okuduk, ırzına geçtik, mahv u perişan ettik… 02 Mayıs 2005