İstanbul’un Volkanları
Milli Gazete-Köşe Yazıları
- 04 Şubat 2019
Perşembe
İstanbul, onbeş milyonluk nüfusuyla (Belki de daha fazla) ne zaman patlayacağı bilinmeyen, ancak patlama emareleri gösteren bir volkanın üzerinde yaşamaya devam ediyor. Bir volkan mı? Hayır bir sürü volkan…
Birinci tehlike beklenen büyük depremdir. Adapazarı, İzmit, Gölcük, Yalova zelzelesinden bu yana dört yıl geçti ve maalesef alınması gereken tedbirler alınmadı. Biz zaten hep böyleyizdir. Tehlike edebiyatı yaparız ama tedbir almayız. Yüz binlerce han, apartıman, okul, hastahane, adliye, resmî daire binası çürük yapılmış, büyük bir sarsıntıda bunlar çökermiş. Dört yıl içinde bunların sağlamlaştırılabilecek olanları takviye edilirdi, edilemeyecek olanları yıkılırdı. Bu yapılmamıştır. Aman ne beyanlar, ne toplantılar, ne açık oturumlar, ne tartışmalar… Vır vır vır, car car car… Falan da filan da, ben demiştim de… Sonracığıma ya öyle mi, hayır benim dediğim doğru sen yanılıyorsun.. Dört sene boşuna gitti. Bundan sonra bir şey yapılabilir mi? Yapılsa bile, yapılması gerekenlerin, yapılabileceklerin yüzde biri yapılır. Biz bu ahlâk ve karakterle zelzele rantı bile yeriz.
İkinci tehlike Boğaz’daki tanker trafiğidir. İstanbul boğazı, Rumeli ile Anadolu hisarları arasında 750 metreye kadar düşen bir darlıktadır. Böylesine dar bir boğazın kaldıramayacağı kadar fazla sayıda tanker geçmektedir. Bunların bazısı ham petrol, bazısı likit gaz yüklüdür. Allah saklasın iki tanker çarpışsa, petrol denize dökülüp ateş alsa, yahut gazlar atom bombası gibi infilak etse ne olacak? Bu tehlike hakkında da zaman zaman beyanlar verilir, yazılar çıkar. Sonra ne olur? Hiç bir şey yapılmaz ve mesele unutulur. Boğaz’daki büyük bir facia bütün İstanbul’u yakabilir, yok edebilir. Tedbir alınmalıdır.
Üçüncü tehlike İstanbul’un sosyolojik ve kültürel açıdan hızlı bir şekilde köyleşmesi, hatta mezraalaşmasıdır. Bu şehir bu kadar nüfusu, bu kadar fazla sayıda kırsal kesim halkının yükünü çekemez. Âsayiş her geçen gün bozulmaktadır. Kapkaççılık ve hırsızlık vak’aları tehlikeli bir şekilde artmaktadır. Bunların önüne geçilememektedir. Halk ve esnaf arasında çok korkunç, çok üzücü, çok kahredici rivayetler dolaşmaktadır. Kapkaççıların, hırsızların himaye edildiği söylenmektedir. İstanbul’daki aşırı, anormal nüfus fazlalığı saatli bir biyolojik bomba durumundadır. Zenginler, türediler sınırları, gümrük kapısı gibi kapıları olan lüks gettolarda yaşıyor. İyi bilsinler ki, bir gün gelecek oralarda da güvenlik içinde olmayacaklardır.
Dördüncü tehlike İstanbul’un eski Roma’ya, Bizans’a, Sodom ve Gomore’ye benzer bir ahlâksızlık, fesat mekanı haline gelmesidir. Bütün halkı suçlamıyorum. Kötülüğe karşı direnenler elbette var ama bu şehir yakın tarihimizde kasıtlı olarak, planlı ve programlı olarak bozulmuştur. Bundan otuz yıl kadar önce güçlü bir herif bu şehirde çok planlı bir şekilde randevuevleri, kumarhaneler, batakhaneler açtırmış ve oralardan günlük haraçlar toplamıştır. Her gün akşama doğru haraç toplama ekipleri harekete geçiyor, batakhanelerin önlerine geliyor, “vergiyi” alıyor ve def olup gidiyordu. Bu rezaletlerin, pisliklerin bir kısmı, Mehmet Eymür’ün Atin internet sitesinde yazılmıştır. İstanbul’da son derece organize bir günah, ahlâksızlık, fenalık endüstrisi bulunmaktadır. Bu endüstri çökertilebilir mi? Çökertebilmek için öncelikle böyle bir niyet bulunması gerekir. Var mı?.. Vaktiyle güçlü bir herifin her ay Eminönü’nden bir trilyon, Beyoğlu’ndan bir trilyon haraç topladığı söyleniyordu. Bunların üzerine gidecek niyet ve idare var mıdır bu ülkede? İstanbul bu kadar suçu, günahı, pisliği, mafyayı, haracı, rezaleti kaldırmaz beyler. Bir gün gelir Sodom Gomore gibi, Roma Bizans gibi çöker.
Beşinci tehlike: Haçlılar, misyonerler, emperyalistler İstanbul’u Türklerin elinde bırakmamaya ahd ü peyman etmişlerdir. Onların güler yüzüne, tatlı dillerine, “Aferin size! İslam aleminde tek demokrat ve laik ülke sizsiniz…” afyonlu edebiyatına aldananlar çok salaktır. Onlar İstanbul üzerindeki emellerinden vaz geçmemişlerdir. Yedi yüz sene sabrettiler, Endülüs’ü Müslümanların elinden aldılar; İstanbul’u da ilk fırsatta Türklerin elinden almak, Müslümanlardan kurtarmak için çalışıyorlar.
Peki biz ne yapıyoruz? Parayı tek değer, korkunç bir put haline getirmişiz, helal ticaret ve üretimi bırakmış rant, faiz, repo, spekülatif kazançlar, saadet zinciri, Titancılık metodları peşine düşmüşüz. Lüks, israf, aşırı tüketim, gösteriş bataklıklarına batmışız. Bizi ayakta tutacak bütün dinî ve millî değerler domuzcasına darbeleniyor. İlmin, irfanın, kültürün, bilgeliğin, sanatın, ahlâkın, faziletin, dürüstlüğün, hamiyet ve mürüvvetin lafı bile edilmiyor. Fosur fosur Amerikan sigaraları içiliyor, nargileler fokurdatılıyor, içkinin her çeşidi su gibi tüketiliyor, toklar açları düşünmeden tıkınıp duruyor. Beyinler ve gönüller dumura uğramış, hazım ve tenasül cihazları tam faaliyette; toplum Türk Kürt, Sünnî Alevî, sağcı solcu, dinci laik, şucu bucu diye birbirine düşman kamplara ve kutuplara ayrılmış; sosyal barış, toplumsal uzlaşma berhava edilmiş; küçük bir azınlık ülkeyi bir sömürge gibi, babalarının çiftliği gibi, mandırası gibi sağıyor, tokatlıyor, haram rant yiyor.
Bendeniz dindar bir vatandaşım. Pozitivistlerde, ateistlerde, materyalist ve darvinistlerde olmayan boyutlara, bilgi kaynaklarına, sezgilere sahibim. Zeki olduğumu iddia etmem ama -kendimi öğmek gibi olmasın- akıllıyımdır. Bu tarafımla, İstanbul’un bugünkü halinin çok çürük olduğunu kolayca anlayabiliyorum ve buna mukabil bu şehrin altının, manevî ve ruhanî altyapısının çok güçlü, çok emniyetli, çok sağlam olduğunu da görüyorum. Bu şehirde otuza yakın sahabe kabri veya makamı bulunmaktadır. isimleri, tercümeihalleri bilinen beş yüze yakın evliya burada yatmaktadır. Hadsiz hesapsız ulema, şüheda, süleha da toprak altındadır. Bu kent çok dua almıştır. Göğün tepemize çökmesini, yerin göçmesini Allah’ın izniyle bu dualar önlemektedir. Ancak gaflete düşmemek gerekir. Azgınlık, küfür, şirk, irtidat, ilhad, fısk, fücur, nifak, şikak, isyan, günah haddinden fazladır. Gafil ve şaşkın Müslümanlar emr-i mâruf ve nehy-i münker farizasını bilkülliye terk etmişlerdir. Bu farz terk edilirse ilahî azab ve gazab geleceğine dair kuvvetli bilgiler ve uyarılar vardır.
Maneviyat aleminden, ruhaniyet aleminden bize münâdiler seslenip duruyor: “Gaflet sarhoşluğundan sıyrılın, âgâh olun, kendinize gelin! İmana, ibadete, Kur’ana, Sünnete, Şeriata, ahkam-ı fıkhıyeye, ahlâk ve tasavvuf hükümlerine sarılın. Emr-i maruf ve nehy-i münker yapın, bizzat yapamıyorsanız yapanları destekleyin. Sadakalarla, dualarla azabı ve belaları def etmeye çalışın. Büyük ve küçük cihad yapın. İslam’ın yasak ve haram kılmış olduğu israftan, lüksten, gösterişten, aşırı tüketimden, aşırı tıkınmaktan, kibirden, gururdan sakının.” Biz bu uyarıları, bu nidaları duyamıyoruz. Çünkü gönüllerimiz kararmış, kalplerimiz paslanmış, şaşırmış kalmışız.
İstanbul biz Müslümanlara ilahî bir emanettir. Biz bu şehrin tapusuna ezelden sahip değiliz. 1453’te feth etmişiz. Bu şehir bizden önce başkalarına aitmiş. Sonra emanet onlardan alınmış. Emanetlere hıyanet edilirse, emanetlerin hakkı verilmezse, emanet konusunda adaletten ve istikametten sapılırsa o alınır.
İstanbul dünyanın en güzel şehri idi. Şimdi öyle mi? Bence artık değil. Beton ve taş yığınına döndürülen bu şehir ancak geceleri güzel görülüyor. Karanlık çirkinlikleri örtüyor, perdeliyor.
Yakın tarihimizde ahlâksız, rezil, şerefsiz birtakım belediyeciler, bürokratlar, politikacılar bu şehrin canına okudular. İnşaat yapılmaması gereken her yeri bina ile doldurdular. Ormanlar, çalılıklar, kırlar tahrib edildi, mantar gibi yeni yeni mahalleler inşa edildi. Bunlar güzel olmadı.
Mimarinin babası Romalı Vitruvius bir binada üç ana şartın bulunması gerektiğini yazmıştır: 1. Sağlam olacak, 2. Kullanışlı olacak. 3. Güzel olacak. Bizim yeni binalarımızın büyük kısmının sağlam ve güzel olmadığı bellidir. Acaba kullanışlı mıdırlar? Bence değil. Demek ki, öylesine yozlaşmış, dejenere olmuşuz ki, bir binada mutlaka bulunması gereken üç temel şartı bile gerçekleştiremiyoruz.
Büyük bir zelzelede yıkılıp nice vatandaşa mezar olacak binaların her birinde mimarların, belediyelerin, hükümetin imzaları, TC mühürleri bulunmaktadır. Böyle binalara izin verenler, ruhsat verenler, mühür basanlar haindir, katildir, alçaktır. Boyunları altında kalsın!
Evet beyler İstanbul’un volkanları homurdanıyor… 22 Ağustos 2003