Perşembe

 

Atatürk, gençliğe hitabesinde bu ikisi üzerinde çok duruyor. Önce İstiklâl, sonra Cumhuriyet…

“Ey Türk Gençliği!

Birinci vazifen Türk istiklâlini ve cumhuriyetini ilelebet muhafaza ve müdafaa etmektir.

Mevcudiyetinin ve istikbalinin yegâne temeli budur. Bu temel senin en kıymetli hazinendir. İstikbalde dahi seni bu hazineden mahrum etmek isteyecek dâhili ve harici bedhahların olacaktır.

Bir gün istiklâl ve cumhuriyetini müdafaa mecburiyetine düşersen vazifeye atılmak için içinde bulunacağın vaziyetin imkân ve şerâitini düşünmeyeceksin.

Bu imkân ve şerâit çok nâmüsait bir mahiyette tezahür edebilir. İstiklâl ve cumhuriyetine kastedecek düşmanlar bütün dünyada emsali görülmemiş bir galibiyetin mümessili olabilirler. Cebren ve hile ile aziz vatanın bütün kaleleri zaptedilmiş, bütün tersanelerine girilmiş, bütün orduları dağıtılmış ve memleketin her köşesi bilfiil işgal edilmiş olabilir. Bütün bu şerâitten daha elim ve vahim olmak üzere, memleketin dahilinde iktidara sahip olanlar, gaflet ve dalâlet ve hatta hıyanet içinde bulunabilirler, hatta bu iktidar sahipleri şahsi menfaatlerini müstevlilerin siyasi emelleriyle tevhid edebilirler. Millet fakrü zaruret içinde harap ve bitap düşmüş olabilir.

Ey Türk istikbalinin evladı!

İşte bu ahval ve şerait içinde dahi vazifen, Türk istiklâl ve cumhuriyetini kurtarmaktır. Muhtaç olduğun kudret, damarlarındaki asil kanda mevcuttur.

Bütün sözler ve hadiseler, Türkiye’yi derinden üzecek, rencide edecek bir mâhiyet taşıyor ama biz bunu göz ardı ediyoruz. Erbakan Hoca’nın dikkat çektiği gibi, “ilerleme” raporundaki “ilerleme”, bizim ne kadar da “gerilerde” olduğumuzu açıkça iddia eden bir bakışı dile getiriyor ve biz, artık, Avrupa’da, “tartışılıyoruz” diye seviniyoruz. Bu bir, yenik Osmanlı, Tanzimat kompleksidir ama şimdi ortada ne, türlü oyunlarla mağlup edilmiş bir Osmanlı var, ne de kaybedilmiş bir savaş!

Hayim Naum adlı siyasette etkili bir haham, Batılı emperyalistlerin, Türkiye’yi istila hareketlerinin doğru bir yöntem olmadığını ve onun, yeniden dirilip bunu lehlerine çevirecek bir cevher taşıdığını, ama Türkiye’yi millî ve manevi özelliklerinden uzaklaştırabildikleri taktirde, onun daha kolay ve emin bir şekilde bertaraf edilebileceğini söyleyerek Lozan’la bir “ara süre” tanınmasını önerir. Atatürk bu “ara”dan istifade etmiştir. Türkiye’ye, Türk halkına yeniden millî ve manevi hasletlerini kazanabilme sürecini başlatmıştır. O, onların bütün niyetlerini biliyordu ve “Hitabede”de Türk gençliğinin dikkatini çektiği durum buydu.

Bizim Başbakan, her şey gibi “millî devlet”in ve diğer millî kurumların da değişebileceğine dair bir konuşma yapmış Atatürk’ü anma töreninde.

Evet, doğrudur, herşey, onların planladıkları gibi değişti şimdiye kadar. Birinci Dünya Harbi’nde Avrupa’da kan gövdeyi götürdü ve monarşiler değişip ulus devletler kuruldu. İkinci Dünya Harbinde, yeni kurulmakta olan İsrail’e, Avrupa’nın Musevi nüfusu, zorla veya korkuyla postalandı. 1990’larda Sovyetler Birliği yıkılarak AB’ye yeni üyeler temin edildi. Türkiye’nin AB’ye girme süreci başlatılarak kanun değiştirme ve ekonomi tuzaklarıyla Türkiye’nin güneydoğusu halledilmeye çalışıldı.

Ulus devletlerin tasfiyesinden sonra da Global bir dünya hakimiyeti planlanıyordu.

İşte bizim millî devletimizin “millî”liği üzerinde oynanan oyunlar bu amaca yöneliktir.

“Her şeyin değiştiği” iddialarına karşı, şimdi sormalı: Dünya üzerinde oynanan bu “hakimiyet oyunu”, neden “değişmiyor” ve bir plan dahilinde geliştiriliyor?

Ne var ki, hesapta, küçük bir yanlışlık yapmışlardı: Ulus devletleri kurarken ve sınırlarını cetvelle çizip onların tasfiye zamanını beklerken de bunun çok kolay olacağını zannetmişlerdi. Ulus devletlerin doğurduğu millî duygular, derin bir paradoksla, onların tasfiyesine karşı, direnişi de icabettiriyordu. İşte millî devletlerin sembollerine saldırış bunun içindir. Bayrağa, millete, cumhuriyete, istiklâle… Benim bildiğim bu gerçekleri Atatürk bilmez miydi? Cevap için yazının başındaki “Gençliğe Hitabe”yi bir daha okuyun. 12 Kasım 2004