İthal Malı Cereyanlar
Milli Gazete-Köşe Yazıları
- 17 Şubat 2019
Son otuz beş sene içinde ülkemize ithal malı birtakım İslâmî ideolojiler, doktrinler, metodlar girdi. Bazılarını zikredeyim;
1. Başta Mısır olmak üzere bazı Arap ülkelerinden selefî, aktivist, gerektiğinde şiddete ve teröre başvuran birtakım siyasî hareketler.
2. Yine aynı mahiyette Pakistan’dan gelen cereyanlar.
3. İran’da yapılan şiî devriminden ilham alan, teşvik gören akım.
4. Avrupa ve Amerika’daki gerçekten çok kültürlü bazı İslâm mühtedilerinin şahsî görüşlerine dayanan sistemler.
5. Vehhabîlik.
Bu ithal malı İslâmî ideoloji ve cereyanların hemen hepsi ihtilalci bir ruh ve hava taşıyordu. Kötü düzenler icap ederse şiddete başvurularak yıkılmalıydı. Peygamber aleyhissalatü vesselamın “Siz ne haldeyseniz öyle idare olursunuz” temel prensibi hesaba katılmıyordu.
İthal malı İslâmî cereyanlara ve doktrinlere paralel olarak dahilde de, geleneksel, sünnî İslâm çizgisini beğenmeyen birtakım şahıslar ve zümreler peydahlandı. Bunların da bazısını hatırlatayım:
1. Kurtuluşu İranlı-Şiî ve Farmason Cemalüddin Afganî’nin, onun talebesi Muhammed Abduh’un, onun talebesi Reşid Rıza’nın peşinden gitmekte görenler.
2. Telfik-i mezahibi bir kurtuluş çaresi olarak görenler. Güya fıkıh mezheplerinin hükümleri karışık olarak tatbik edilirse Müslümanlar selâmete çıkarlarmış.
3. Mezhepsizlik cereyanı. Onbeş yaşına giren her Müslüman içtihad yapabilirmiş ve yapmalıymış!
4. Tasavvuf düşmanlığı.
Bütün bu kargaşa içinde neo-haricîlik ve Batinîlik cereyanları da hayli taraftar toplamıştı.
Geleneksel-Sünnî geçinen birtakım cemaat ve tarikatlar başlarındaki zatları birer mâsum imam olarak kabul ediyor; onların yanılmazlığı, hatâ etmezliği, günah işlemezliği konusunda, Katoliklerin 19’uncu asırda çıkardıkları “l’infaillibilité papale” doktrini gibi bir saplantı içine girmiş bulunuyorlardı.
Medreseler kapatılmış, tarikatlar yasaklanmış olduğu için sapık, bozuk cereyanlara karşı ehl-i sünnet İslâmlığını cesaretle müdafaa eden, halkı ve aydınları uyaran bir otorite de kalmamıştı.
Sapıklar kendi cemaat, hizip, fırka, tarikatlarını Yüce İslâm dini ile özdeş hale getirmişlerdi.
Her taife “Bizim Hazretimiz en büyüktür” diyordu.
Osmanlı devlet-i ebed-müddetini meydana getiren ve maddî mânevî büyük fütuhata nail olan klasik, geleneksel, sünnî İslâm zihniyeti ve metodu hor görülüyordu.
Bu fikrî kargaşalık içinde bir de, tarihte görülmemiş bir din sömürüsü, mukaddesat rantı yeme furyası başlamıştı. Birtakım türediler din ticareti yoluyla doların milyarlarıyla ölçülen servetler edinmişler ve Nemrud’lara, Firavun’lara taş çıkartacak bir debdebe ve saltanat içinde yaşıyorlardı. Bu kara, kirli, necis, haram servetler iki yoldan temin edilmişti:
1. Saf, câhil, hizmet ile istihdamı ayırt edemeyen Müslüman bağlılardan alınan din ve mukaddat baçları.
2. İslâmî hareketi dejenere etmek isteyen düzen-bazların, birtakım sahtekârların önlerine attıkları rant kemikleri.
Rahmanî bir çeşitlilik içinde sarsılmaz bir birlik ve tesanüd içinde olması gereken Ümmet-i Muhammed yüzlerce fırkaya ve cemaate ayrılmıştı. Şeyhler uçmasa bile cahil ve ebleh müridler onları uçuruyordu. Ortalık binlerce sahte mehdi ile dolmuştu. Kutupların, gavsların, sahib-i zamanların haddi hesabı yoktu.
İslâm’ın içteki ve dıştaki düşmanları bu kargaşayı, anarşi ve kaos havasını fırsat bilmişler ve birtakım sahtekârlara İslâm Lüter’liği misyonunu vermişlerdi. Sahih itikada, usûl-i fıkha, usûl-i tefsire, usûl-i hadîse aykırı bir yığın fikir, kanaat, içtihad ve re’y ortaya çıkmıştı. Zındıkların kimisi “Bazı âyetlerin bu devirde hükümleri yoktur” diyor, bazıları “Peygamberin işi ölümünden sonra bitmiştir; Sünnet’in ve hadîslerin dinî hüküm kaynağı olmak vasfı yoktur” herzesini ortaya atıyor; bazıları da şer’î hükümsüz, fıkıhsız yeni İslâm hümanizmaları türetmeye kalkışıyordu.
İslâmî hareketin içi casuslarla, ajanlarla, provokatör ve manipülatörlerle dolmuştu.
Sağlam bir din kültürüne sahip olmayan yığınların ve yarı aydınların kafalarını bir kat daha karıştırmak için ortaya, yüzden fazla meâl ve tercüme, elli kadar tefsir çıkartılmıştı. Çoğu para kazanmaya yönelik yirmi binden fazla kalitesiz ve güvenilmez din veya din kültürü kitabı yayınlanmış bulunuyordu.
Ortaya çeşit çeşit slogan Müslümanlıkları çıkartılmıştı.
Ayasofya açılsın!… Başörtüsü serbest bırakılsın!.. Milyonlarca Müslüman otuz sene bu iki sloganla oyalandı, uyutuldu.
Rehberliğe, mürşidlerin yetiştirmesine dayanan geleneksel İslâmî öğretimin pabucu dama atılmıştı. Muhiblerin adı derviş olmuştu. Birtakım zekâ özürlü, câhil, vicdansız, sahte dindarlar meşreb farklılıkları ve tercih çeşitliliği yüzünden din ve iman kardeşlerini kolayca ve pervasızca tekfir edebiliyorlardı.
Kırk senede kırk bin yeni cami yapılmıştı ama bu camilerde çağın icablarına göre hizmet verecek vasıflı, güçlü, üstün din görevlileri yetiştirilmemişti. Birtakım eblehlerin ve ahmakların nazarında bol şerefeli uzun minareler, hoparlörler, cami kaloriferleri, saçma sapan tezyinat aslî din hizmetlerinin yerine geçmişti.
Osmanlı devleti zamanından kalma yaşlı hocalar, şeyhler, gerçek İslâm aydınları, “rical” birer birer vefat ediyor, yerlerine onlar ayarında ve değerinde adamlar konamıyordu. Birkaç istisna kuralı bozmazdı.
İslâm feministleri zuhur etmiş ve Batı’da çıkan sapık ve bozuk bir görüşün nam ve hesabına Kur’ân ayetlerini, Peygamber hadîslerini, Şeriat hükümlerini bilâ-perva tenkit etmeye başlamıştı.
Açıkça ilan edemeseler bile birtakım zındıklar kendilerini Mehdi ve Peygamber olarak görüyorlardı. Öyle Hazret’ler peydahlanmıştı ki, mevrid-i nasta içtihad yapmaya cür’et ve cesaret ediyorlar ve kimse de onları tenkit edemiyordu.
Yine birtakım Müslüman baronlar Papalıkla, Siyonistlerle, Sabataycılarla gizli ittifaklar içine girmişlerdi.
Bu kaosun, bu anarşinin, bu tezebzübün sonunda ne mi oldu?..
Manzaraya bakınız, Türkiye Müslümanlarının ahval-i perişanına bakınız. 01 Şubat 2002